Mirza Hacıyev N E S İ M İ (ikinci kitap) yedinci bölüm
N E S İ M İ
(yedinci bölüm)
Ve artık o civarda yaşamağın mümkün olmayacağını, aşk başına vurunca kızı yine görmek istemesinden kendini tutamayacağını bildiğinden şair hürufi arkadaşlarıyla o yerleri terk ederek uzaklara, Osmanlının güney illerine gidiyor.
Ama ömrü boyunca onu unutamıyor, hep onu düşünüyor. Yakın arkadaşı vasıtasıyla kızın haberi olmadan ondan devamlı haber alıyor. Beş-altı ay sonra kızın haman o Tiqranla evlendiğini öğrenince deli oluyor, kendisine kast etmek istiyor ama, ilahi alemden onların nikahlı olsalar da karı-koca gibi yaşamadıklarını, Susanın onu asıl bir köle gibi ev işlerinde kullandığını ve onunla aynı yatak paylaşmadığını öğrenince rahatlıyor. Evlilikleri bir yıl sürmüyor, oğlanın annesi işin aslını öğrenince isyan ediyor, oğlunun o “deli afet”ten derhal boşanmasını talep ediyor ve rezil-rüsva olmuş oğlan da köyü terkederek Trabzona, dayısıgile kaçıyor. Susan ise ondan sonra bir daha evlenmiyor, en zengin taliplerini bile reddediyor.
Şair Halepte yaşadığı son aylarına kadar da kız hiçkimseye gönül vermiyor. Artık yirmi üç yaşı varıydı. Neyi bekliyormuş? Hakikaten de, tahtta oturacağı günü mü? Herhalde artık bilmemiş değildi ki, bu boş bir hayaldir. Öyleyse neden evlenmiyormuş?
Bu, Nesimi için bir sır olarak kalıyor. Hem de onu umutlantırıyor. Ömrünün son zamanlarında artık isyana kalkmak cesaretinde olan şair, nihayet, kendisinde bunca yıllar sonra Susana mektup yazmak cesaretini de buluyor. Bir zamanlar Dvin civarındakı bir köyde yıldızlı gecelerde, Ay işığında başbaşa kaldıklarında uzun saçlarını okşayarak söylediği “Derdmend ettin meni, ey derde derman ermeni…”qezelini, bir de ikice cümle yazıyor mektupunda: ”Eğer beni unutmadıysan Halepte seni bekliyorum, sevimli şahzadem Susan. Şehla gözlerinden öpüyorum. Nesimi.”.
Hürufilik dışındakı diğer mezhep başçılarının zünnar bağlamaları onların o mezheplere başçılık etmelerinin sonu demek olardı, çünki müritlerinin nezerinde böylesi artık İslamı terketmiş hisap olunacaktı. Ama Nesimiye göre musevilik, hristianlık ve muhammedilik üç ayrı din değil, vahid İslam dini temelinde olan üç ayrı dini-birgeyaşam normalarıydı. İslam ise ilahi hakikattır, bu hakikatı kabül eden her bir kes hankı dini-birgeyaşam normalarıyla yaşamasından asılı olmayarak müslimandır, çünki müsliman olmak vahid Allahın hizmetçisi olmak demektir. Bu hakikatı kabüllenmek için Semavi Kitaplar gerekiyorsa, onu derketmek için ise Ademin Nesimiye söyledikleri gerekiyor. Bu yüzden Nesiminin ve ya herhankı bir hürufinin zünnar bağlaması onun dini inancında değişiklik olduğundan haber vermezdi. Aksine bununla qlobalist, ümumbeşeri olduklarını ayani olarak tasdik etmiş olacaklardı. Halepte isyan beklentisi arefesinde böyle bir ayani tasdik Nesimi için bir zaruret idi; museviler ve hristianlar anlamalıydılar ki, bu isyan yalnızca hürufilik ve ya yalnızca muhammedilik çerçevesinde olacak bir isyan değildir, diger ümmetlerin de ortak işidir. Cennete düşmek arzusunda olan herkesin işidir.
Hürufilere göre, Nesiminin Haktan dediklerini kabül etmeğen musevi ve hristianlar kafirlerdi. Hürufiliği inkar eden bütün İslami mezhepler bile cahiller, divler yuvası hisap olunuyordu. Yani hürufinin zünnar bağlamasıyla “kafir olup zünnar bağlamak” başka-başka şeylerdi.
Haktan isyana kalkmamak emrinin gelişi Nesiminin tutuklanmasından nerdeyse bir bucuk ay öncelere tesadüf ediyor. Bu zamana kadar şair Susana mektup yazmak istemişti ama, her defa Adem onu bundan çekindirmişti. O günlerde şaire kızın hasta dedesinin öldüğü ve onun artık tek-tenha yaşadığı haberini getirmişlerdi. Onun başına kötülükler gelebileceğinden endişelenen şair bu yüzden onu yanına çağırmak istemişdi; dünyalarca sevdiği o güzeli son nefesine kadar himayesine almağı, onu rüzgarlardan bile korumağı kutsal bir görevi hisap etmişti. Ama durmadan Nesimini dünya işlerinden sakındırmağa çalışan Adem “çare yoktur yara, ebsem, ey gönül, yar isteme” diye onu bu sevdadan da uzak tutmak istiyordu.
“Dünyanın yarından istersen vefa, aklın hanı?
Hasil olmaz nesneyi fikr eyle, zinhar isteme.
Münkirin iqrarı yoktur Hakka, ey sahipnezer
Hakka iqrar eyle sen, münkirden iqrar isteme”.
Ve hatta bu sevdadan vazgeçmezse şairi “ya o, ya ben” diye uyarıyor.
“Deqme namehrem ne bilsin aşikin esrarını?
Mehrem ol, esrara gir, ya menden esrar isteme”.
Yani bir hristian senin ilahi sırlardan dediklerinden haberdar değilse, o, cahil, nadan namehremdir. Sen, ey Nesimi, bana mehrem ol ki, bundan sonra da o sırların içinde olabilesin. Aksi halde benden esrar isteme.
“Bunca möhnet çekmeğince her dikenden bir zaman
Bülbüli-aşik gibi çağırma, gülzar isteme”.
Yani bülbül gülün dikenlerine batarak zülüm çeke-çeke şarkısını okuyor, çünki gülzar istiyor. Sen nefsini zincirlemekten bıktıysan cennetten uzak olacaksın, zulüm çekmeden cennet gülzarını isteme. Çünki:
“İsteğen murdarı kerkesdir müdam, ey türfe kuş
Hazretin şahbazı ol, yani ki murdar isteme.
Varlığı fanidir, ey qafil, beqasız dünyanın
Ol beqasızdan beqa mümkün değil, var, isteme”.
( “beqa” – ebedi; “türfe” – yeni, acaip ).
Kerkes daim leş ister, sen de onun gibi bu dünya adlı leşi isteme, ilahinin şahbazı ol. Anla ki, varlığı fani dünyada ebediyyet yoktur.
“Gerçi Haktan vahid oldu nar ile anestünar
Ey Nesimi, çün ulaştın nuruna, nar isteme”.
Musa peyğamber ağacın altında od görüp “Anestünaren”( Ben od gördüm ) diyerek ona yaklaşınca derk ediyor ki, o od değilmiş, nur imiş. “Anestünar” sözündeki “nar” bizim bildiğimiz oddur, alevdir. O hadise zamanı peyğamberin tasavvüründeki odla ilahi nur “Haktan vahid olmuştur”. Ama ikinci misradakı “nar” cehennem odudur. Yani, ey Nesimi, sen Hakkın nuruna çoktan ulaştığın halde dünya sevdalarına aldanarak cehennem odu isteme.
Lakin Adem Haktan kendisine “Lateherrük” ayesinin geldiğini Nesimiye ilettikten sonra, yani isyana kalkmak fikrinden vazgeçmeli olduğunu bildirdikten sonra küsüp gidiyor ve haftalarca şairin görüşüne gelmiyor. Nesimi onun bir daha gelmeğeceği umutsuzluğuna kapılırken böyle diyor:
“Barı Hakka, bir daha göster mana didarını
Yoksa kafir oluban bel bağlaram zünnar ile”.
“Lateherrük” emrinin gelişinden çok öncelerden, yani Halepe geldiği ilk zamanlardan zünnar bağlayan Nesimi neden diyor görüşüme gelmezsin zünnar bağlarım? Bu beyti söylediyi ana kadar Adem onun zünnar bağladığını görmüyor muydu? Hatta yedi yıl önce, Dvin civarında ermeni kızının hatırine zünnar bağlamamış mıydı?
Görüyordu tabii. Ama Nesimi, sadece, “zünnar bağlarım” demiyor, “kafir oluban bel bağlaram zünnar ile” diyor. Hürufinin zünnar bağlaması kafirlik değildi, hürufiliği bırakarak hristianlığa ve ya museviliye geçmesi kafirlikti. Yani Nesimi bu beytte Ademin acığına hürufiliği bırakarak hristianlığı ve ya museviliyi kabülleneceğinden söz ediyor.
“Aşiqin imanı üzündür, saçın hablül-metin
Men bu dini tutmuşam belimde zünnar, işte gör.”
Yani belinde zünnarla bu dinde, hürufilikteydi o. Bu normalıydı ve Adem buna karşı değildi. Hristianlığı kabüllenerek zünnar bağlamış olsaydı Ademin nezerinde kafir olmuş olacaktı.
Bundan sonra da Ademin gelmediğini görünce Susana çoktan yazmış olduğu mektupunu bir avuc altınla yakın arkadaşına vererek ona gönderiyor. Biliyordu ki, manasızdır, Susan gelmeğecek. Biliyordu ki, bu umutsuz bir beklentidir. Hiss ediyordu ki, bu görüş hiçbir zaman baş tutmayacak. Ama ta genclik yıllarından qeyb aleminin ideal güzel varlıklarıyla devamlı görüşlerine alışmış şairin onlarla alakasının kesildiği bu depressionlu zamanlarında Susana çok büyük ihtiyacı varıydı. Susan yanında olunca rahatlık bulacaktı, her defa Susanın nurlu yüzünü gördükce onları hatırlayacaktı. Çünki o ermeni güzeli perilerden güzeliydi, melekyüzlüydü, sanki cennet hurisiydi…
Ve mektupu gönderdikten sonra şehirle alakasını kırarak hücresine kapanıyor.
Artık tutuklanmasına üç haftadan da az kalıyordu.
*
Gün batmak üzereydi. Uzaklarda şehrin kale duvarları, minareleri, batmakta olan güneşin son şafaklarıyla parlayan günbezleri görünüyordu. Deve kervanı ağır-ağır şehire yaklaşmaktaydı.
Ta kale duvarlarına kadar her tarafta küçük tonqallar yanmaktaydı. Her tonqalın etrafında da beş-on adam, def-tambur çalarak şiir söylüyor, şarkı okuyorlardı. Dervişlerden şaire en sadakatlı olanlarıydı bunlar; idamından bir aya yakın geçiyorduysa da Halep civarını terketmemişlerdi. Ant içmişlerdi ki, onun kırkı çıkıncaya kadar bu çöllükten gitmeğecekler, her gece yalnız ve yalnız onun qezellerini okumakla sabahlarını açacaklar.
Kervan tonqallardan birisine yaklaşınca dervişlerden birisi oturduğu yerdence kervandakılara bağırdı.
— Hoş geldiniz. Nerenin kervanı?
— Hoş gününüz olsun. Osmanlının.
— Osmanlının mı?! — Derviş büyük merak içinde derhal kalktı, — Siz hisapla yarın sabah gelmeli değil miydiniz?
— Gece durmadık, yol geldik.
Derviş büyük sevincle arkadaşlarına döndü ve ellerini göklere kaldırarak diğer tonqalların etrafındakılar da işitsin diye yüksek sesle okumağa başladı.
“Ey könül, şad ol ki, ol mehbubi-zibadır gelen
Mehr ile can verdiğin mahi-dilaradır gelen.
Doldu könlüm Kabesi nuri-sefa ile, yeqin
Hüsnü-Yusif, xülqü-Ahmet, nitqü-İsadır gelen.
Nice gitmesin başımdan eql, könlümden karar
Gözleri nergiz, leli lebi müseffadır gelen.
İller uyur geceler, men sübhedek ah eylerem
Hamdulillah ki, bu gün ol mahi-simadır gelen.
Der Nesimini görenler yollarına payimal:
Yine ol şuride ve sermestü şeydadır gelen”
( “şuride” – karışık, heyecanlı )
Şiir biter-bitmez sanki bütün çöllükte bir canlanma oldu; yakında-uzakta ne ki tonqal vardıysa, etrafında oturanlar hemen yerlerinden kalkıp kervan tarafa koştular.
Büyük bir derviş selinin uğultuyla kervana taraf geldiğini gören kervanbaşı şaşırarak kervanı durdurdu.
— Deli mi oldunuz?! Bu ne yau?! Ne lazımdı size?!
İhtiyar bir derviş ona yaklaşarak:
— Senin kervanında kıymetsiz bir dürdane var, ey qafil ve bedbaht beni-adem, senin dünyadan haberin yok, — dedi, — Allah aşkına, onu bize göster, sonra git. Bir Allah şahittir ki, senden bir tike ekmek bile ummuyoruz.
— Yahu, gidiniz başımdan be! Ne dürdane, ne diyon sen? Devlet ticaretine mani olmayınız! Osmanlının bu kervan, Osmanlının. Başınıza iş açmayınız. Hadi çekilin yoldan!
— Kızma, ey bedbaht olduğu kadar da kazaplı insan. Mürşidü-kamilimizin aziz hatırası bu kervandadır, biliyoruz. Hele Osmanlıdan çıkmadan bundan haberimiz var, burada onu bekliyoruz günlerce. Onu görmezsek bir adım bile geri atmayız. İstersin vur öldür hepimizi.
Dervişlerin bir kısmı kecavesi olan develerin yanına koşuyorlar ve durmadan “Şahzade Susan!.. Şahzade Susan!” diye bağırıyorlar. Nihayet, kecavelerden birisinin perdesi ihtiyatla aralanıyor ve gözlerine kadar yaşmaklanmış bir kız telaş içinde dervişlere bakarak titrek sesle:
— Beni mi soruyorsunuz?! — diyor.
— Şahzade Susan sen misin?
— Evet… Benim… Nolmuş ki?!
Dervişler sevincle bağırışıyorlar:
— Eheeeey!.. Buradadır, burada!.. Geliniz buraya!
Herkes derhal oraya akın ediyor. Kervanbaşı da büyük merak içinde geliyor. Deveyi çöktürüyorlar ve şaşkınlık ve korkuyla adamlara bakan kızı büyük bir ihtiramla kecaveden indiriyorlar.
— Ben… ben ne yapmışım ki?! — diye kız korku içinde soruyor, — Bırakın beni. Uzak durun.
Dervişler derhal ondan üç-dört adım aralı duruyorlar. İhtiyar derviş elini yüreğinin üstüne koyarak ihtiramla baş eğiyor, mihribanlıkla:
— Sen ne yapmamışsın ki, gözüm nuru? — diyor, — Bu dünyada mürşidü-kamilimizin gönül tahtında bir tek sen otura bilmişsin. Alemin sultanına sultan ola bilmişsin. Bundan da büyük ne yapabilirdin ki?.. Hey, Abdülali, bak gör o mu? Onu bir tek sen görmüşsün.
Adamların içinden kırk yaşlarında zayıf, yakışıklı birisi çıkarak dikkatle onun gözlerine bakıyor. Bu, aylar önce şairin mektupunu ona yetiren adamıydı. Kız bu yakışıklı, yüzünden-gözünden nur yağan dervişi görünce yavaş-yavaş kendisine geliyor ve yüzünden yaşmağını çekiyor, sonra baş örtüsünü de boynuna salıyor. Ömründe böyle güzellik görmeğen dervişlerden hayret nidaları kopuyor; her taraftan “Allahü ekber!”, “Feteberekallah ehsenül halikin!” sesleri geliyor. Bedrlenmiş Ay görmüşler gibi salavat çeviriyorlar, ellerini yürekleri üstüne koyarak ihtiramla başlarını eğiyorlar.
— Beni tanıyamadın qaliba, Abdülali.
Adamın gözleri doluyor. İhtiramla baş eğerek kızın elini üç defa öpüp gözleri üstüne koyuyor.
— Seni tanımamak mümkün mü, şahzadem?
— Bu ne demek oluyor şimdi? Sanki hepiniz beni bekliyormuşsunuz bu çöllükte.
— Hakikaten de seni bekliyorduk.
— Nerden biliyordunuz geleceğimi?
— Yerin de kulağı var, şahzadem. Dervişler bütün dünyayı bürümemişler mi? Hele Osmanlıdan çıkmamıştın, biliyordum bunu. Düşündüm ki seni burada karşılamalıyız.
— Senin işlerin yani… Ben kara haberi işitince hemen yola çıktım.
— Demek ki her şeyden haberin var.
— Evet… Ama inanamıyorum.
— Kim inanıyor ki?.. Ah!.. Koruyamadık onu. Bağışla. Koruyamadık.
— Beni burada karşılamakta maksatınız ne? Anlayamıyorum ki.
— Biliyor musun… Sen onun en aziz hatırasısın. O yüzden biz razı olamayız ki, sen şehire gidesin.
— Şehirde karışıklık mı var?
— Hayır. Hiçbir karışıklık yok. Tam sakinliktir. Hürufiler idamdan hemen sonra dabanlarını yağlamışlar, izleri-tozları bile kalmamış bir kaç sadiklerden başka. Sufi dervişler onlardan itibarlı çıktılar.
— Öyleyse neden benim şehire girmeğime razı değilsiniz?
— Biliyor musun… onu sevmeğenler hala bayram ediyorlar. Sana da bir kötülük yapabilirler. Senin geleceğin bütün şehire yayılmış artık. Bayramlarını seninle süslemeğe razı olamayız asla. Lütfen, bu fikirden taşın. Biz senin için korkuyoruz. Senin başına bir iş gelirse bu da bize büyük dert olacak. Geceyi bizimle geçir, yarın sübh erkenden seni geri yola salırız, ta evine kadar sağ-salim götürürüm seni. Sen bizim kıymetsiz şahzademizsin. Seni kaybedemeğiz. Hepimiz senin vefalı arkadaşlarınız artık. Herzaman gözümüz üstünde olacak, her işinde sana yardımçı olacağız.
— Ama ben… ben onun kabri üstüne çiçek koymak, ruhu karşısında baş eğmek için bu uzun yolu geldim.
— Ah, şahzadem Susan! Onun kabri var mı ki?
— Nice yani?! Defnetmediniz mi onu?!
Abdülali kederle gözlerini yere dikti.
— Bilmiyor musun?
— Hayır. Lütfen söyle. Ben herşeyi bilmek istiyorum.
— Onun derisiz ve başsız ceseti bir hafta şehir kapısında asılı kaldı. Sonra oradan götürüp dört yere böldüler ve sultanın düşmanlarına gönderdiler. O yüzden… Böyle…
Susanın kalbinden azap dolu bir “ah” koptu. İki eilyle de ağzını tuttu. Gözleri yaşardı ve az sonra göz yaşları yanakları boyunca süzülmeğe başladı.
— Nasıl yani?! Böyle vahşilik olur mu? Ve bunu din adına mı ettiler?.. Aman Tanrım!.. Bir kabri de mi çok gördüler o zavallıya?
— Maalesef…
— Siz… siz ne biçim insanlarsınız? Siz ne deyip de Allaha secde edersiniz? Siz hankı kalble günde beş defa Allahın önünde dura biliyorsunuz? — Susan küçücük yumruklarıyla onun sinesinden vura-vura hünkür-hünkür ağlıyordu, — Hiç mi vicdan diye bir şey yok sizlerde? Hiç mi korkmuyorsunuz Ondan? Adamın boynunu vurduktan sonra derisini soymak da ne demek? Soyduktan sonra başsız-derisiz bedeni dört yere parçalamak da ne demek? Yau siz insan değil misiniz? Lanete gelesiniz sizleri? Vahşiler! Kaniçenler!
Abdülali onu bir baba nevazişiyle kucakladı, saçlarını okşadı.
— Sakin ol, gözüm nuru. Kendini üzme. Olub bitenler ilahinin emri, biz ona karşı gelemeğiz. Ne yapabiliriz?.. Bak, o yoktur, sen varsın, başımızın tacısın. Onun kalbinin sultanı bizim de kalbimizin sultanıdır.
Başını onun sinesine koyan Susanın hünkürtüleri bu nevazişten durduysa da için-için ağlamaktaydı.
— Leş üstüne yığılan karğa-kuzğun gibi adamın ölüsünü de dimdiklediniz, parçaladınız! Cehennemin dibine gidesiniz!.. Yedi yıldır görmüyorum onu. Kalbini kırmıştım, küsüp gitmişti. Hem de bir söz demeden dönüp gitmişdi. O gidişini bu yedi yılda bir an bile unutamadım. Rüyalarıma girdi o hali. O anlarda mahv olmuştu o. Bir tek ben biliyorum bunu… O anlarda param-parça oldu o, şimdi değil. Benim yüzümden öyle oldu o. Bağışlayamadım kendimi hiçbir zaman buna göre. Hiçbir zaman… Yalnız onu sevdim ben, yalnız onu. Başka hiçkimseyi. Hiçkimseyi sevemedim.
— Onun da senden başka bir sevdiği yokuydu, şahzadem. Çok da bekledi seni. Senelerce. Son nefesine kadar. Rüyalarından “Susan” diye bağırıp uyanıyordu son zamanlar. Azaplarına son vermek için ben onu dile tuttum sana mektup yazsın diye. Korkuyordu ki, “hayır” diyesin. Çok korkuyordu. Diyordu ki, sonumun yaklaştığını biliyorum, ondan umutumun kesilmesini ise istemiyorum, kabir evimde Kıyamete kadar bu umutla uyumak istiyorum. Çok yalvardım yakardım, sonunda razı sala bildim. Zünnarı da sana göre bağlıyordu o. Yalnız sana göre.
— Biliyorum.
— Perilerin acığına bağlıyordu.
Susan yaşlı gözlerini ona dikti.
— Perilerin acığına mı?
— Ben herşeyi biliyorum. Seninle bağlı herşeyi. Birtek bana söylemişti aranızda olup bitenleri. Çünki ben idim senden ona haberler getiren, senin haberin olmuyordu. Senden haber alamadan duramıyordu… Diyordu keşke bir defa onu görsem de ölsem. Budur, geldin. Şimdi görüyor o seni ve seviniyor. Diyor ki… diyor ki, “Derdmend ettin meni, ey derde derman ermeni. Olmuşam eşqin yolunda bendeferman ermeni”.
Dünyada en çok sevdiği ve en kıymetli var-devleti hisap ettiği qezelin ilk misralarını işitince Susan “ah” diye gözlerini yumdu. Yandakı bir derviş bunu görünce devam etti:
— “Ne peri, ne ademi men bu şekilde görmedim
Cennetü-huri misin, yoksa ki rizvan, ermeni?”
Arkadan bir başkasının sesi geldi:
— “Onca ki sey eyledim nazik camalın görmeğe
Zerrece yumşalmadın, ey könlü zindan ermeni”…
Susan sakince dinliyordu. Daha üç-dört qezel de söyledi dervişler.
— Görüyor musun ne kadar bahtiyarsın, şahzadem Susanım, — dedi Abdülali, — Bu qezeller yalnız sana yazılmış qezellerdir. Yalnız sana. Başka hiçbir dünya kızına qezel söylemedi o. Diger bütün qezelleri ilahi alemdendir.
— Evet. Bahtiyarım… Bunca dünya kızları içinde bir tek beni sevdiği için bahtiyarım, — Susan başını onun sinesinden ayırmadan, hayallere dalmış gibi fısıldadı. Yaşlı gözlerine tebessüm konmuşdu, — “Bir sual etti Nesimi sen büti-eyyareden. Lütf ile söyleşe gör, ey leli-xendan, ermeni”. Bir sual etti… Bir sual… Orada… Pınar başında… Yedi yıl önce, beni ilk gördüğünde… Sabah erkeniydi… Biliyor musun ne sualıydı o?… Biliyor musun, Abdülali?.. Sordu ki… Sordu ki…
Susanın hali birdence değişti, “ah” diye gözlerini yumarak eliyle alnını tuttu.
— Başım dönüyor… Uçuyorum sanki… Aman Tanrım! Duramıyorum!..
Sanki nefesi yetmiyordu. Sinesi tez-tez kalkıp iniyordu.
— Noldu şahzadem?! İyi misin?!
Kızın bütün vücutu kızdırmalıymış gibi titremeğe başladı. Rengi boğuldu.
— Bilmiyorum… Yol yordu beni… qaliba… — Yaşlı gözlerini bir-iki defa zorlukla açıp yumdu,— Ah!.. Ben bu rüyayı görmüşüm, Abdülali… Görmüşüm… Deve kervanıyla Halepe gittiğimi demiştim ona… Hatırladım. Şimdi hatırladım… Kanatlar geliyor… Kanatlar… Ah!.. Nice de güzeldirler!.. Mavili-yeşilli-kırmızılı kanatlar… Rüya değil artık. Hakikattır. Hakikat budur, siz rüyasınız, herşey rüyadır… Beni uyatmağa geliyorlar… Demek ki… bu…
Sözünü bitiremedi. Dizleri katlandı. Ve bedeni takatsız halde Abdülalinin koluna düştü.
Abdülali telaş içinde:
— Susan! Susanım!.. — diye bağırdı, — Su getirin! Tez! Şahzade bayıldı!
Ve yere çökerek onun hareketsiz vücudunu dizleri üstüne aldı. Dervişlerden birisi kaçarak bir kap su getirdi. O, suyu avucuna alarak heyecandan tireğe-titreğe kızın alnını-yüzünü silmeğe başladı.
— Şahzadem Susan, aç gözlerini! Korkutma beni!.. Aç!.. Noldu sana?!
Dervişlerden birisi dikkatle kızın yüzüne bakarak yavaşca:
— Bayılmış mı? — dedi, — Belki…
Abdülali sarsılmış bir halde ona bakarak yine heyecanlı bakışlarını kızın yüzünde-gözünde gezdirdi, titrek parmaklarıyla onun yumulu gözlerini, ıslak yanaklarını, saçlarını okşadı. Ve birdence onun boynunu berk-berk kucaklayarak yüzünü onun yüzüne sıktı, yaralı aslan gibi:
— Hayıııır! Hayıııır! — diye bağırdı, — Olamaaaz!.. Hayatııım!.. Bir taneeem!… Herşeyiiim!.. Susaaan!.. Susaaaaaan!..
( Son )
Ekim. 2017.