Nesimi (ikinci kitap) Mirza Hacıyev beşinci bölüm
N E S İ M İ( beşinci bölüm)
Nesimi qezellerinin küll halinde Vatikanda bulunması Sovyetlerin uzaya yol açtığı, komünizmin dünyaya meydan okuduğu devire tesadüf ediyor. Tabii ki, o devirde beyinleri Allahsız bolşevik tebliğatıyla yıkanmış “nesimişinaslar”ın bu qezelleri temeline kadar araştırarak şairin asla ve asla kafir olmadığı kanaatine varabileceklerini beklemek akılsızlık olardı. Okudular, araştırdılar ve yekdillikle tasdik ettiler ki, evet, şair, hakikaten de kafir olmuştur ve buna göre de “amansız islam dünyası” onun diri-diri derisini soymuşdur. Cahillik yüzünden kururlandılar bile, bakınız, nice cüratli şairimiz var, Allaha karşı çıkmış, insanı Allahtan üstün hisap etmiş, diye. O zamankı toplum böyle esassız yaklaşımıyla şairin kemiklerini kabirde sızlattığının, onun ilahi aşkla dolu saf ruhuna tükürdüğünün farkında bile değildi.
Sovyetlerden kurtulduk. Peki bu gün şaire yaklaşımımız nicedir?
Maalesef. Değişen bir şey yok. Altı yüz yıl Şark alemi onu nice kafir hisap etmişse bu gün de öyledir.
Nesimi de bütün ölmüşler gibi Ahiret dünyasında diridir. Bizi görüyor, işitiyor. Biz onu kafir hisap ettikce bizden uzaklaşıyor o. Kardeşlerim, o bizimdir, Azerbaycanındır, Şirvanındır, türk milletinindir, kemiğine kadar türkoğlu türktür. Onun asıl değerini biz vermezsek, kendisi Şamahıda dünyaya geldiği halde, babası Seyyid Muhammed, kardeşi Şahxendan Şamahıda ebedi uyudukları halde, tabii ki, Nizamiye fars şairi diyen komşularımız onu da kendilerinden hisap edecekler günün birinde. Nesimi türkce yazdığı için şimdilik ona fars şairi değil, İran şairi demeye başlamışlar. Sanki Sasanilerden sonra orta çağlarda İran adlı devlet olmuş, Azerbaycan topraklarını kendi içine almış, bu yüzden Şirvan cemaatı da İran tebaası hisap ediliyormuş. Tarih böyledir ki, Şirvan şahlığı kendi devlet müstakilliğini ta Şah İsmayılın oğlu Birinci Tahmasib devrine kadar korumuştur, yani Nesiminin ölümünden yüz yirmi yıl sonra Derbentle Kür arasında olan bu topraklar Sefevi – kızılbaş – türk devletine katılmışdır. O zamana kadar ise Şirvan cemaatı Şirvan tebaası hisap ediliyordu. Nesimi 1369 yılında Şamahı şehrinde dünyaya geldiğinde Azerbaycan ve fars toprakları, başkenti Tebriz ilan edilmiş İlhani moğal devletinin terkibindeydi. Onun çocukluk ve genclik yıllarında moğallara karşı savaş açan Emir Teymur onları mağlup ederek bu topraklara sahiplenmiş, yalnızca Şirvan şahlığına bağımsızlık vermiş, onu kendi müttefiki ilan etmişdi. Bunun mukabilinde Şirvan ordusu Derbent keçidini korumalıydı ki, büyük moğal hakanı Toktamış hanın Heşterxan taraflardan beklenen hücumunun karşısını alsın. Anadolu ve Suriye topraklarına hücum etmeği kafasına takmış Teymurleng kendi ordusunun arkasından gelebilecek moğal tehlikesini önlemek için Şirvan şahlığına müstakillik vermişti, yoksa Şirvanşah İbrahim-Evvelin kara kaşına – gözüne aşik değildi. Teymurun ölümünden sonra ta Sefevilere kadar yaklaşık yüz yıl boyunca da fars toprakları göçebe türk Karakoyunlu ve Akkoyunlu padişahlarının hakimiyyeti altında kalmıştı. Yani Nesiminin bütün hayatı devrinde Şirvanşahlar müstakil, fars toprakları ise türkoğullarının tapdağı altında olduğu halde İran masalı da nereden çıktı? Yok eğer “İran şairi” derken “İran” bir devlet değil de, sadece, coğrafi anlamdadırsa ve fars toprakları fars düşüncesinde Hemedana kadar değil de Araza kadar uzanıyorsa, yine de Şirvan şahlığı bu coğrafya dışındadır; Şirvan şahlığı Kürden yukarı başlıyor ta Derbente kadar uzanıyordu ve Arazla Kür arasındakı Aran – zemin topraklarını da, bu gün Ermenistan adlanan toprakları da, Nahçıvanı da zaman – zaman İran devleti değil, bu şahlık kendi içine alıyordu. Yani coğrafi bakımdan da Şirvan İrana değil, Kafkasyaya aittir. Bu yüzden Nesiminin Şirvanşahlar tebaasından bir Kafkasya türkü olduğunu inkar etmek, mesela, Sadi Şirazini İlhani moğalları tebaasından bir Asya şairi gibi ve ya Firdevsini arap hilafetnin şairi gibi kabüllenmeğe benzer.
Tarihi fakt budur ki, şairin derisi boynu vurulduktan sonra soyulmuş, derisiz ceseti Halep kalesi kapısından bir hafta asılmıştır ki, diğer hürufilere ders olsun; derisi soyulan meyit dil açarak qezel söyleyemez. Canlıyken derisinin soyulması efsanedir yani; idam fetvasını Halep ruhanileri vermişler, dini fetvalarda ise canlının derisinin soyulması gibi zalimlik olamaz. Nesimi devlete karşı gelmemiştir, sadece, sayısı artmış taraftarlarının yalnızca onu dinlediklerini, bir tek onu kendilerine büyük, başçı hisap ettiklerini gören şehir hakimi Yaşbek tedbirini ilericeden alarak onu tutuklamış ve dört mezhep hakiminin iştirakı ile onun mahkemesi olmuştur.
Bu barede bir azcık etraflı malumat vermem gerekiyor. Gök yüzünde Kıyamet alameti sahnesi yaratmak fikrinden Nesiminin yalnızca en yakın çevresinden olan bir kaç hürufi malumatlıydı. Bu devr qezellerinde Ademden gelen itirazlar bolluk teşkil ediyorsa da Nesimi bir Kelamü-Natik gibi görevine ihanet etmiyor, o qezelleri de herkese söylüyor. Ve tabii ki, diğer qezelleri gibi bu itiraz qezelleri de anında bütün Halepe yayılıyor dervişler tarafından. Ama bu türlü qezellerdeki asıl manayı Nesimi yalnız haman o bir kaç arkadaşına anlatıyordu. Kimse bilmemeliydi ki, Adem bu isyan meselesine kesinlikle karşıdır. Diğer insanlar, tabii ki, yeni qezelleri de seviyorlardı Nesimidendir diye ama, onların asıl manalarından uzak idiler. Mesela, “Etmegil” qezelinde “etmegil” sözünün hankı beytte hankı varlığa ait olduğunu Nesimi anlatmazsa sanacaklardı ki, bütün beytler Nesiminin Ademe yalvarışlarıdır; sanki hakiki Kıyamet kapının ağzındadır, Nesimi de Ademe yalvarıyor ki, gökte ikinci Güneş gibi parlamasın, insanlara yazık olur, hepsi kırılacaklar.
Ama Hakkın “Lateherrük” emriyle Ademin böyle bir sahtekarlığı yapmayacağı tam kesinleşdikten sonra Nesiminin insanlardan uzaklaşarak kendi hücresine kapanması onun yakın çevresiyle yüz binlerce insan arasında zorluklar yaşanmasına neden oldu; şairin insanlar arasına çıkmamasını merak eden halk sanmış ki,onu öldürmüşler ve kimseye bildirmiyorlar. Halkın gitgide artan heyecanını yatırmak için Nesimi tek bir defa büyük zorlukla hücresinden çıkarak kendisini insanlara gösteriyor. Çok kısa müddete. Hasta olduğu yüzünün sarardığından belliydi. Ayakta zorla duruyormuş, yıkılmamak için bir arkadaşının kolundan tutmuşdu. Halinin kötüleşe bileceğini gören yakınları onu tekrar hücresine götürüyorlar.
Bundan bir kaç gün sonra nerdense açığa çıkmış “sahte Kıyamet” sırrı ağızdan-ağıza geçerek yavaş-yavaş bütün şehri bürüyor. Halk bunca kandırıla bileceğine inanamıyor. Söylenenlerin doğru olub-olmadığını Nesiminin kendi dilinden işitmek için bu defa büyük izdiham halinde onun yanına geliyorlar. Bunca büyük insan seline şehir sokakları yetmediği için evlerin, duvarların üstü de insanla doluydu. Bazı cahiller “sahtekar”, “fırıldakçı”, “yalançı kafir”, “çık dışarı” diye bağırıyordu. O anlar Nesimi dışarı çıkacak olursa ya yalan söylemeli, ya da her şeyi itiraf etmeliydi. Şüphe yok ki, herhankı bir mahir siyasetçi böyle bir izdiham önünde söz söylemek fırsatından öyle faydalana bilirdi ki, bununla belki de gelecek zaferlerinin temelini atmış olurdu. Ama Nesimi katiyyen siyaset adamı değildi; insan seli önünde açık-aşkar yalan söylemek ve ya söylenenlerin doğru olduğunu itiraf etmek onun için aynı derecede rezil-rüsva olmak demek idi. O yüzden fakir hücresinin köşesinde kollarıyla dizlerini kucaklayarak oturmuş, başını da dizleri üstüne koyarak durmadan kendisine Allahtan ölüm diliyordu.
Şehir ve civarına ne zamandır toplanmış insanların bir gün neyse bir karışıklık çıkaracağından hiç bir şüphesi olmayan şehir hakimi Yaşbek şehrin insanla kaynaştığını görünce derhal Nesiminin tutuklanması için bir bölük asker gönderiyor. O zamana kadar “bu yakınlarda Güneş mi, Ay mı tutulması olacak, onu seyr etmek için bu şehre toplanmışız”, diyen hürufilerden yalnız mihriban, samimi münasebet görmüşdü diye onlara dokunmamıştı. Ama o gün halkta heyecan ve kazap varıydı, böyle kızğın kitleden her bir kötülük beklemek mümkün idi. Arada gezen dedi-kodulardan işin içeriğini anladıktan sonra Nesiminin tutuklanması emrini vermişdi.
Askerlerin dışarıdan “Nerde mürşidiniz?”, “Nesimi nerde?” diye bağırdıklarını işitince şair yorğun ve üzgün bir halde kalkıyor, hırkasını sırtına alıyor. Koşarak gelen bir genc hürufinin heyecanla “Ya şeyh, seni soruyorlar” sözlerinden hiç halini bozmuyor. Sakince “Nihayet”, diyor ve onun yaşarmış gözlerinden öpüyor: “Dünya duracak yer değil, gönlüm benim. Bana ölüm dilemeni istiyorum, çünki bu cemdek kokulu dünyada ölmüşler kadar bahtiyarlar yoktur. “ Mensur egerçi Haktan rüsvayi-alem oldu, Ondan ona ne qem ki, rüsvayi-alem Oldur“. Mensur değil yani, Odur, O. Talihi kim yazıyorsa, O. Beni sıldırım kayalıktan atlamağa koymayandır O. İntihar günahmış”. Ve birdence asabi gülüşle gülüyor:” Buna ne diyecekler? Ha-ha-ha-haaa! Bu ki intihar değil. Anlaya biliyor musun, gözüm nuru? İntihar değil bu. Hakkın yazdığı yazıdır, ondan kaçmak olmaz. Öldürmek fikrinden vaz geçmesinler diye susmağımla kızdıracağım bu cahilleri, sen de bana ölüm arzula. Bu, mürşidinin sana son emridir. Elveda. ”.
Böyle diyerek onu bağrına basıyor, sonra dışarı çıkarak avluya inen pillelerde duruyor. Nerdeyse otuz kadar hürufi vardı burada, onu görünce ellerindeki küçük hançarlari yukarı kaldırarak “enelheq” diye bağırıyorlar; bunlar hiçbir zaman onu bir adım bile terketmeğen, ona her zaman canlarını of demeden feda etmeğe hazır olan en yakın çevresi, en vefalı arkadaşlarıydı. Şair hayretle onların elindeki hançerlere bakıyor; hürufilerin silahı yalnızca ilimdi, katiyyen silah gezdirmezlerdi. Bu nedir? Bunlar da nereden çıktı? Birisi öne çıkıyor: “Canımız sana feda olsun, ya şeyh, dışarıda yüzbinlerce delikanlı türk evladı var, bir tek emrini bekliyorlar ki, senin yolunda şehrin altını üstüne getirsinler”. Şairin yüzünde acı tebessüm dolaşıyor:” Benim yolum yoktur. Bir tek yol var, o da Hakkın yoludur. Siz Onun “Lateherrük” emrini unuttunuz qaliba. Ona karşı mı gelmek istiyorsunuz? Bu hançarlarla mı?” Adam israr ediyor: ”Ya şeyh, gecikmek olmaz. Emr ver Allah hatırına. Darvazayı açıp askerin üstüne atılırsak bütün şehir anında harekete geçecek. Zaferin bir adımındayız. Emr ver, ya mürşidi-kamilim”.
Askerler artık bağıra-bağıra darvazayı vurmağa başlıyorlar. Bunu gören şair bakışlarını göklere dikiyor, sanki neyse arıyordu gök yüzünde. Sonra ah çekerek yüzünü arkadaşlarına tutuyor: “İşitin beni: Allah şahittir ki, bana Adem ne söylemişse sizlere iletmişim noktasına kadar. Bu andan beni değil, size ilettiğim o ilmi koruyacaksınız. Emrim ise böyle olacak: hançarları gizleğin, darvazayı açın ve askerler beni aldıklarında bana bir adım bile yaklaşmayın. Hakkü-Teala böyle istiyor. Yaklaşarsanız Ona karşı gelmiş olursunuz. O zaman yemin ederim ki, ahirette yüzünüze bakmam”.
Bu, çok ağır yemin idi. Hürufiler çaresizce biribirileriyle bakışıyorlar. Sonra bir kelme bile demeden hançarlarını ebalarının altına, kemerleriinin arasına gizliyorlar. İkisi darvazayı açmağa gidiyor.
Darvaza açılınca yüzlerinde gözlerine kadar siyah örtük olan pehlivan cüsseli altı-yedi muhafız içeri sokuluyor, “Nerde o arakarıştıran Nesimi?” diye.
Şair sakince pillelerde durmaktaydı. Acı tebessüm yüzünden gitmemişdi. “Ey cahiliyye askerleri!”, diye bağırıyor, “Dediğiniz o arakarıştıran karşınızdadır. Şeyh İmadeddin Nesimi de diyorlar adıma. Bir zamanlar Şamahıda Seyyid Ali Seyyid Muhammed oğlu derlerdi. Haktan künyem ise Ebülfezldir ”.
Askerler derhal ona yaklaşıyorlar. Başçıları dikkatle onun yüzüne-gözüne bakıyor, sonra hürufilere dönüyor: “Bu mu Nesimi?!”. Adamların cevab yerine kederle gözlerini yere diktiğini görünce “Alın bunu!” diyor. Askerlerden birisi şairin koluna kandal vurmak istiyor. Ama başçı derhal onun boynunun ardından yumrukla vurarak kenara itiyor: “Hayvan herif! Görmüyor musun karşındakı mühiti-ezem Nesimidir? Şeyhin koluna kandal vuracak kadar aşağılık mıyız biz? Koluna girin, adap-erkanla götürün şunu”.
Ola bilsin şairi kandallamamak talimatını şehir hakiminin kendisi vermişdi. Adı diller ezberi olan Nesiminin sıradan bir caniymiş gibi kandallanmasına halktan büyük tepki olabilirdi. Şehrin muhafaza birlikleri ise bunca büyük insan seli karşısında dura bilecek kuvvette değildi. Komşu şehirlerden ilave ordu birlikleri gelinceğe kadar ise kazaplanmış halk şehirde taşı taş üstünde bırakmazdı.
Ama belki de Nesiminin nurani, çok yakışıklı, masum yüzüne dikkatle baktığı zaman içine dolan bir ses bu adamın tamamen suçsuz, fitne-fesattan uzak birisi olduğunu ona haykırmışdı. Çünki darvazadan girdiği andan ta ona yaklaşıncaya kadar çok öfkeli olan bu adam ona dikkatle baktığı zaman sanki değişmişti, hürufilere de taacüpten kaşlarını kaldırarak, gözlerine inanamıyormuş gibi hayretle sormuşdu “bu mu Nesimi?”. Sanki demek istemişdi ki, yüzünden nur, paklık yağan bu adama mı diyorlar arakarıştıran?
Bir asker sağdan, birisi de soldan koluna girerek şairi zindana götürüyorlar. Durmadan uğuldayan, bağıran halk onun askerlerin ahatasında darvazadan çıktığını görünce birdence sessizliğe bürünüyor. Atlı askerler insan selini yara-yara zindana taraf giden yolu açıyordu.
Birden kalabalık içinden birisi “enelheq” diye bağırıyor. Ardınca bir başkası, sonra daha birisi, üçü, beşi, on beşi ona koşuluyor ve az sonra dağları-taşları sanki yerinden oynata bilecek “Enelheq” sedası bütün şehri bürüyor. Şair herden elini yukarı kaldırmakla halkı sakinleştirmeğe çalışıyorsa da olmuyor. Zindana salındıktan ve zindanın ağır darvazaları bağlandıktan sonra da “enelheq” sedaları durmak bilmiyor.
Bütün o yol boyunca şairin bir tek “isyan” diye bağırması ile şehir çok kısa bir zamanda hürufilerin eline geçebilirdi. Ama o, yol boyunca susmuşdu; gözlerini fikir-hayal içinde yere dikerek susmuşdu. Nesimi dünyasını anlamayanlar onun bu halledici zamanda neden inatla sustuğunu katiyyen anlayamazlar. Diyecekler eğer insanları gök yüzünde ikinci Güneşin görüneceği vaatiyle kandırması isyan için gerekmişse, bütün şehir isyana bir kıvılcım beklediği halde neden isyandan geri durmuşdu? Ama onun dünyasını qezellerine verdiğim şerhler ışığında derk edenler de bu hadise için diğer mantıklı soru verecekler. Diyecekler eğer o, kafir değilmişse, aksine, fevkelkamil dindarmışsa, zamanından önce ikinci Güneş gibi görünmek sevdasının boş bir hayal olduğunu, ilahi nizam sisteminde böyle bir şeyin asla ve asla mümkün olmayacağını bildiği halde neden ilahi alemden böyle acaib bir ricada bulunmuşdu?
Evet. Hakikaten de, kafaları karıştıran bir meseledir.
Şahsen benim bu soruya cevabım böyledir: sanki Fezlullahın idamından büyük sarsıntı geçirmiş ve ümumiyyetle bu dünyada yaşamaktan usanmış şair intihar hisap edilmeğen bir ölümle öle bilmek için bu dünyayla o dünya varlıkları arasında şahmat oyunu gibi çok ince ve çok akıllıca bir oyun oynamışdır. Gökte Ademin yüzünü göreceksiniz diye insanları Halepe toplayacak, sonra Ademe görünmek için yalvaracak, Adem tabii ki buna gitmeğecek, işin üstü açılınca da halk kandırıldığı için heyecana gelecek ve buna göre de devlet tarafından isyana cehdde suçlu bilinerek tutuklanacak, idam edilecekti. Tabii ki, herhankı bir şehirde Ademden gök yüzünde görünmesini istemeden de karışıklık çıkarmak mümkün idi. Tarihçiler demiyorlar mı hürufiler ona öyle sadiktiler ki, her sözünü sultan emriymiş gibi canla-başla yerine getiriyorlardı? Ama hayır, bu halde o, sadece, bir qiyamçı gibi tutuklanacaktı ve kan-kırğın da kaçılmaz olacaktı ki, buna göre mahşer gününde hisap vermeli olacaktı. Ama Ademe yalvarışları ve Ademin ona itirazları qezeller halinde fakt olarak elinde olunca ve Haktan da bu işe kesin itiraz geldiğinde hücresine çekilerek sakin durunca kimse artık ona qiyamçı diyemezdi. Kan-kırğın olmamış diye, isyan emri vermemiş diye, bir adamın bile burnunun kanamasına sebebkar olmamış diye günahsız idam edilmiş olacaktı.
Diye bilirler eğer böyleymişse, intihar olmayan bir ölümü hakettiğini ve nihayet öldürüleceğini anlamışdıysa neden hücresine kapanıp gece-gündüz ağlıyormuş? Göz yaşları da mı sahteymiş?
Bak, buna cevap vermek mümkündür. O, Ademin gök yüzünde görünmediği için, isyanın baş tutmadığı için değil, Ademin ondan tamamen küsüp gittiği için ağlıyordu. O dünyaya gittiğinde de mi Adem ondan küsmüş olacaktı? Ebediyyet boyunca yüzüne bakmayacak mı delicesine sevdiği o güzel varlık?
Hakikaten de, hayret etmemek mümkün değil. Eğer maddi alemle ilahi alemi bir şahmat tahtası gibi görerek bunca büyük ahateli gidişleri ilericeden düşüne bilmişse helal olsun zekasına vallah! Bu gidişler sonunda dünyadan bıkmış usanmış vücutu intiharsız ölüm bulacaktı, hem de o dünyada Adem onunla barışacaktı isyana gitmedi diye. Hem hürufiler sevimli şeyhlerinin Ademle barışık hatirine isyandan vazgeçtiğini öğrenince onu daha çok sevecektiler, hem de Nesimiye kafir diyen muhafazakar dindarlar şüphe içinde kalacaktılar; eğer o, ilahi alemle konuştuğunu yalan söylüyormuşsa neden ilahi alemin korkusundan isyandan vaz geçmiş ki? Kafir olan ilahi alemin mevcutluğunu kabül ediyormu ki, Allahtan korkusu da olsun?!
Neyse. Devam edelim. Zindanın ağır darvazaları bağlandıktan sonra da şehirden “enelheq” sedaları kesilmek bilmiyor. İnsanların dağılmadığını, bağırtıların susmadığını gören şehir hakimi kendisi halkın önüne çıkmağa mecbur oluyor. Kurani-Kerime ant içiyor ki, bu işe adaletle bakılması için her şeyi temin edecek ve eğer suçsuzsa, hiç kimsede zerrece şüphe olmasın ki, azat edilecek.
Halk onun sözüne inanıyor ve yalnız bundan sonra yavaş-yavaş şehir sokakları boşalmağa başlıyor.
Tabii ki, Nesimi gibi bütün Şark aleminde sevilen bir şairi, hem de bir tarikat başçısını şehir hakimi kendi kafasınca cezalandırmağa cürat edemezdi. Son günlerde isyan hakkında dedi-kodular duymuşsa da ne isyan varıydı, ne de isyana cehd. Hürufilerde de hiçbir silah yok. Dedi-kodular esasında başa çıkılmaz bu iş. Ama saltanatın ucqar bir eyalet şehrinin hakimi olmasıyla bir türlü barışamayan bu vazife, şan-şöhret muhterisi başkentte saraya yakın çevrelerde büyük ve rahat bir vazifeye sahiplenmek aşkıyla yanıyordu. Sultanın büyük itibarını kazanmak için gürültülü bir işin beklentisindeydi. Osmanlıyla sınırdakı mühüm ticaret ve stratejik şehir olan Halepte halkın bunca heyecana gelmesi fırsatını değerlendirmemek ahmaklık olurdu. Şehire Osmanlı taraftan geçen yabançıların toplanması hakkında malumatı çoktan sultana iletmişdi. Sultan da “devlete karşı baş kaldırırlarsa mahv edilsinler” talimatını vermişdi.
Ve budur, artık başçılarını tutuklamış, zindana attırmışdı. Ama devlete karşı ne onun, ne de müritlerinin işlediği hiçbir suç yok idi. En iyi halde ondan ve müritlerinden Halepi terkederek geriye, Osmanlıya dönmelerini talep edebilirdi. Ama o zaman elveda başkentte yaşamak hülyası. Bir de böyle fırsat eline ne zaman geçecekti? Nesimi devlete karşı gelmemişdiyse bile onu öyle bir ittihamla suçlamak gerekti ki, idamı kaçılmaz olsun. Mürşitlerinin idamından sonra müritleri çaresiz kalarak şehri terkedecektiler ve Halep önceki sakin hayatına kavuşacaktı.
O yüzden Yaşbek onun bir isyançı gibi değil, qezellerinde küfr, İslama hakaret olduğunu araştırmak için mahkemesini talep ediyor. Biliyor ki, bu meselede bütün Şark aleminin muhafazakar dindarlığı Nesimiye karşıdır. Mahkeme hakimlerinin de tamamen muhafazakar dindarlık içinden olacağına göre onun kafir olması “sübut” edilecekti; kafirin cezası ise idamdır. Mahkeme fetvası tasdik için başkente, baş ruhaniye gönderilecekti ve ondan sonra sultan onun nice idam edilmesi hakkında ferman verecekti. Ve böylece Yaşbek saltanatı ve İslam dinini “çok büyük bir tehlikeden kurtarmış” olacaktı, hem de işin içinden tertemiz çıkacaktı; çünki kararı mahkeme verecekti, idam ise sultanın fermanı esasında olacaktı diye buna göre halk onu kınamayacak, üstüne ayaklanmayacaktı.
Evet. Büyük şair mahkemeye çıkarılıyor. Dört büyük tarikatın heresini bir hakim temsil etmekle dört hakim varmış mahkemede. Bir de mahkemenin sedri. Devlete karşı gelmediği için ne hanefi, ne şafii, ne maliki hakimleri onu suçlu bulmuyorlar. Hanefi hakimi demiş ki, qezellerinde küfr hisap edilecek yerler var ama, bunun için ben ona idam fetvası veremem. Şafii ve maliki hakimleri de onun dediğini demişler. Yalnız henbeli hakimi qezellerindeki küfrüne göre onun idamını talep etmiş. Bunu işitince diğer üç hakim ellerini göklere kaldırıp Allahı şahid tutarak, ”bu işde biz yokuz, böyle bir günahı boynumuza alamayız”, demişler. Ama Nesimiye od püsküren öfkeli henbeli hakim dediğinde israr etmiş, “o halde fetvayı ben veriyorum, eğer bunu doğru bilmiyorsanız günahı benim boynuma olsun” demiş.
İdam fetvası çıkarılmış, başkente gönderilmiş ve Ali ruhaniyyet fetvayı tasdik etmiş, sonra sultan el-Müeyyede takdim edilmiştir. O da şairin boynunun vurulması, sonra derisinin soyularak cesedinin Halep kalesinden asılması, daha sonra cesetin dört hisseye parçalanarak sultanın dört düşmanına gönderilmesi fermanını vermiştir.
İç dünyası bunca saf, yüce, imanlı olan Nesimini tarikat lideri, şeyh olduğu halde bir hristian kızına gönül vermekte ve ya hileyle isyana kalkmak istemekte suçlayarak onu aşağılamak mantıktan kenar bir şey olardı. İdeal temiz olanlar meleklerdir. O da bir beşer evlatıydı. Hatta bazı peyğamberlerin bile hayatlarında öyle hadiseler olmuş ki, adam hayrete gelmeğe bilmiyor. Davud peyğamber padişah olduğu zamanlarda bir askerinin güzel karısından hoşlanıyor ve arzusunu hayata geçire bilmek için o askeri uzak bir harbi sefere gönderiyor ki, gitsin, geri dönemesin. Sonra tevbe ediyor tabii ki. Babası Süleyman peyğamber padişahlığının son zamanlarında altundan bir buzağı düzelttirerek ona tapınıyor. O da sonra tevbe ediyor tabii ki. İbrahim peyğamber Mısıra giderek kendi helalca karısını firavuna kızkardeşi gibi takdim ediyor, firavun da Sara hanımı sarayına alarak İbrahim peyğambere sayısız hayvanat sürüleri, altun-gümüş veriyor. Ama onların karı-koca olduğu belli olunca firavun ikisini de Mısırdan kovuyor, onlara verdiği var-devleti de geri almıyor; böylece İbrahim peyğamber
Filistin-Ürdün civarının en zengin adamı olmuş oluyor. Demek ki, bunlar normalmış ama, Nesiminin bir ermeni kızını saf muhabbetle sevmesi suçmuş, öyle mi? Zavallı şair hiç onunla yakınlık ede bildi mi ki? Demiyor mu
“Onca ki sey eyledim nazik camalın görmeğe
Zerrece yumşalmadın, ey gönlü zindan, ermeni”
Ve ya isyan sevdasına düşdüyse de isyan etti mi ki? Niyyeti ilahi adaleti ve ilahi ilmi hakim etmek olanın isyan sevdası suç sayıla bilinir mi?
Halep şehrine geldiği günden Nesimi o zamana kadarkı mütevazi, sakin Nesimi değildi artık. İsyan azminde olan bir dervişin bile halinde değişiklikler olmalıydı tabii ki; isyan yatırılmayacağı halde hakim olacaktı o, emir obrazına girmeliydi. Şehrin Mısır sultanına bağlı hakimi olduğu halde hürufiler artık onun değil, Nesiminin ağzından çıkan her bir sözü kutsal bir emriymiş gibi canla-başla yerine getiriyorlardı. İkihakimiyyetlilik yaranmaktaydı Halepte. Kulağından çok pahalı “lölöi-şehvar”ı, yani şahlara layik incisi olan küpe asmağı da bu sebepten idi şairin. Adem o küpe hakkında da ona kınayıcı sözler diyor:
“Ey küpeyi incudan eden, menden işit pend
Söz dürrünü tut, lölöi-şehvara yapışma.
Ey marifetin müshefi, uş kenz ile müsbah
Mistah budur, mecmei-muxtara yapışma”.
(“pend” – nasihat; “kenz” – hazine; “misbah” – şamdan; “müftah” – anahtar)
Nasihatımı işit, diyor Adem, ey inciden küpe takan, sen sözlerimdeki inciden tut, şahlara layik incilerden yapışma. Sen sana verdiğim ilmin, marifetin müshefisin; hazine de, o hazinenin anahtarı da, o hazineyi nurlandıran şamdan da o müshefdedir, ağalık mecmeisinden yapışma.
Qezel Ademden gelmiş olsa da ilk iki beyt Haktan Ademedir.
“Ey Ruhi-Qüdüs, cifeyi-murdara yapışma
Gülzari-cinanı qoyuban xara yapışma.
Mehbubi-ezel, yari-ebed var iken, ey yar
Eğyar eteğin dutma ve eğyara yapışma”.
Nesimi Ademe gökte ikinci Güneş gibi görünmesini yalvardığı zaman Ademin bunu Hakka ilettiğinde Hakkın ona cevabıdır bu iki beyt. Diyor ki, ey Adem, cennet gülzarını bir tarafa bırakarak dünya adlı murdar leşe, dikene yapışma. Ezeli dost olan Allah, ebedi yar olan cennet bahçeleri varken dünya adlı fani eğyara yapışma.
Sonrakı yedi beyt Ademin Nesimiye nasihatıdır.
“Mensur gibi ister isen menzili-ali
İtirme beqa darı, fena dara yapışma”
(“beqa dar” – ebedi ev, cennet; “fena dar” – fani ev, dünya).
Yani Mensur Hallac gibi ahirette yüce makama yetmek istiyorsan eğer fani dünyaya yapışarak cennetini kaybetme.
Böylece yedi beytin altısında Adem Nesimiye dünya işlerinden uzak durmağı tavsiye ediyor. Sonuncu beytte ise dünya kızına olan sevgisini de kınıyor.
“Saçı qaranın zülfüne yapışdı Nesimi
Ey bada veren ömrünü, zünnara yapışma”.
Kimmiş o karasaçlı, zünnar bağlamış güzel ki, Nesimi “yapışmış” ona? Zünnar bağlamışsa ya hristian, ya da yahudi kızıymış. Ama qezelleri içinde yalnızca birisinde zünnar bağlamış kızın hankı ümmetten ve hankı milliyyetten olduğunu açıkca belli ederek ona olan sevgisinden söz ediyor şair.
“Handa bir haç ehli gördüm hamusun seyr eyledim
Bulmadım men sen teki bir cani-canan, ermeni”.
Bizanslıları Anadoludan kovarak onların topraklarında meskunlaşan türklere bütün hristian dünyasının, en fazla da ermenilerin nefret ettiği o çağlarda bir türk evladının, hem de tarikat liderinin ermeni kızının güzelliğini bunca yükseklere kaldırması şairin kalbinin büyüklüğündendir hiç şüphesiz. Hatta dünya-alemin onu kınayacağının umrunda bile olmadığını göstermek için beline zünnar da bağlıyor o kızın aşkına.
“Kabede ister idim, puthanede buldum seni
Bağladım uş belime zünnar, senden dönmezem”.
Bu “Senden dönmezem” qezeli ilk bakışta başından sonunaca şairin Ademe yalvarışı gibi görünüyor; sanki Adem küsmüş gitmiş, şair ise ona ne yaparsın yap, senden dönmezim, diyor. Bu halde bu beytten o anlaşılacak ki, guya Nesimi hristianlığı ( ve ya yahudliği ) kabül ettiğini itiraf ediyor. Ama Ademin yalnızca puthanede ne işi olabilir? “Zünnar”a göre anlaşılıyor ki, puthane dediği ya kilisedir, ya sinaqoq. Kilisede, sinaqoqda olan Adem Kabede olmaya bilir mi hürufilik düşüncesine göre? Adem bütün maddi alemde değil mi?
Qezelin ilk beytincede bu soruların cevabı var:
“Bir cefakeş aşiqem, ey yar, senden dönmezem
Xancar ile yüreğimi yar, senden dönmezem”.
Sanki başdanca bir tek bu “hancar” sözüyle şair ariflere işare veriyor ki, bu qezel dünya kızına ünvanlanmıştır; çünki Ademde hançar olamaz.
Hankı dünya kızına? O kıza ki, onu Kabede ister imiş ama, puthanede bulmuştur. Yani sevdiği kızın müsliman olmasını istermiş ama, puthane hisap ettiği kilisede bulmuş, hristianmış yani. Kilisede mukaddes Meryem anayla hazret İsanın ikonasına sitayiş edildiği için kiliseyi puthane hisap ediyordu hürufiler. Yani şair beytte hakikatı değil de, sevgisini kilisede, hristian kızları içinde bulmasından konuşuyor; hakikatı o hele genclik yıllarından, Fezlullahın sağ olduğu zamanlardan bulmuşdu. O halde zünnar bağlamasını bir zamanlar, yedi-sekiz yıl önceler “zerrece yumuşamayan” o ermeni güzelinin kalbine gire bilmesi için bir gösteri gibi kabül etmek gerekiyor.
(devamı var)