Şeyh İmadeddin Nesimi dünyasının sırrı (ikinci bölüm)
ŞEYH İMADEDDİN NESİMİ DÜNYASININ SIRRI
ikinci bölüm
(arifler için)
Nesiminin avam, cahil insanlar tarafından dinsiz, kafir diye damğalanmasına sebep olmuş “en el-heqq” ifadesi haman bu beytin olduğu qezelde geçiyor. Ama artık o qezelin de, öylece de şairin diger qezellerinin de hazret Ademin dilinden söylenmiş olduğu kanaatına geldikten sonra “en el-Heqq” ifadesi tamam başka mana almış oluyor. Nesimiden beş yüz yıl önce yaşamış meşhur sufi Mensur Hallac tarafından deyilmiş bu ifade bin yıldan çoktur ki, onu diyenin kendisine ait hisap edildiği için bu gün de yanlış anlaşılmaktadır. Direk tercümesi “Hakk benim” demek olduğu için bunu diyen adamın Allahlık iddiasında olduğu düşünülmüş, o sebepten kafir ilan edilerek idam edilmişler; çünki “Hakk” Allahın Mübarek İsimlerinden birisidir. Ama sufiler içinde bunun manası direk tercümesinden çok-çok derindir; kamil sufiler Allahı zikr edirken ilahi aşkın gücünden cuşe gelerek kendilerini Allaha yakın hiss etdikleri anlarda onlardan soruşunca “Sen kimsin?”, dermişler “en el-heqq”. Yani “Ben yokum, Allah var”. O anlar kamilliyin zirvesine yetdikleri için fikren, ruhen hazret Adem oluyorlarmış ve
Allahın Hüsnü-Camalını görüyorlarmış. Nesimi de “en el-heqq” söylerken kamilliyin zirvesinden hazret Ademin diliyle söylemiş qezeli. Sufiler kamil insanın bu cuşegelme haline “sekr” diyorlar. Yani Nesimi sekr halinde söylemiş qezeli. Daha doğrusu, qezelin söylendiyi anlar hazret Adem Nesimidə tezahür etmiş sanki. Allah değil, hazret Adem tezahür etmiş, cennetteki ilk insan Nesimidə tezahür etmişdir. O qezelin ilk beytindence bu aşkarca vurğulanıyor. ”Sirrü-enelheqq söylerem alemde, pünhan gelmişem. Hem heqq derim, heqq mendedir, hem xetmü-insan gelmişem”. Yani hakk diyen, hakk bendedir diyen, ”en el-heqq” söyleyen hazret Ademdir, Nesimi adlı insan gibi konuşuyor beşeriyyetle. Haman o hakk diyenn varlık şairin tasavvüründe Allah olarak düşünülmüş olsaydı diğer beytinde söylerdimi “Hüsnü-Camalın neqşini ezelden gördü gözlerim”? Allah Kendisi Kendi Hüsnü-Camalını görerek Kendisi Kendisine hayran olabilirmi? O Hüsnü-Camalı görerek hayran olan hazret Adem olmuşdur diye insanlara hakikatten saptıklarını, hakikatı olduğu gibi yalnız kendisinin bildiğini söylemişdir, hiç bir dünya insanı cennette onunla birlikte olmamış ki, hakikatın nice olduğunu onun kadar doğru bilmiş olsun. O hakikatın mayasında da bu duruyor ki, yalnız insanlar değil, bütün maddi mövcudat hazret Adem cennetten kovulduğunda onun cismiyle, içindeki ilahi nur sidretül-münteha içinə dağılınca yaratılmışdır. Allah Kendi Sözünü bütün külli-mövcudata demiş ama, yalnız insanlar şüurludurlar diye Allah onlarla konuşmuştur ya direk, ya melekle. İnsanlar da Ademden törediklerini bu sebepten yalnız kendilerinə ait etmiş, diğer bütün maddi varlıkların da Ademden, onun cennetteki vücudundan törediğini anlaya bilmemişler. Bu hakikatı bütün maddi yaratılış içindekilerdən yalnız Adem doğru bildiği için demiş hakk benim, hakk bendedir, hakk söylerem. Haklı, doğru bilen benim yani işin aslını. Ademin kendisi tasdik ediyor ki, “İnsanü-beşersen, ey Nesimi”, sadece, kamilliyinle benim dediğim hakikate, hakka kavuşmuşsun diye haman o “Heqq der hemen, hemen menem men”. Peki neden Adem kendisine insanlardan,sadece, birisi değil, “xetmü-insan” diyor? Bu o demektir ki, Nesimidən önce de dilleriyle konuştuğu insanlar olmuş bu hakikatı beyan etmek için, Nesimi onlardan sonuncusudur, onların xitamıdır, ondan sonra hiç kimsenin diliyle konuşmayacak artık. Mukayese için diyeyim ki, Muhammed peyğambere kadar Yer yüzüne çok peyğamber gelmiştir, sonuncusu o olduğu üçün “hatemül-enbiya”dır, yani nebilerin, peyğamberlerin sonuncusudur, hitamıdır, hattmidir, ondan sonra Allah artık kendisine elçi, rəsul seçmeyecek. Ayelerde deryalar gibi sırrlar gizlidir, öylesi var bir kaç mana veriyor. Nesimi o hakikatın insanlar için anlaşılmaz taraflarını Ademin diliyle açıklıyor, daha doğrusu, Adem bildiriyor bunu Nesiminin diliyle insanlara ve Nesimidən sonra bir daha bildirmeyecek. Çünki Nesimi Ademin diliylə konuşan insanların sonuncusudur, hitamıdır, hattmidir. Bütün peyğamberlerin vücudu bütün diğer insanların vücudu gibi maddidir, yani onlar da beşer evlatlarıdırlar. Vücudları maddidir diye cennetten kovulmuş Ademin vücudundandır diğer bütün maddilikler gibi. Ama onların missiyası, peyğamber seçilmeleri Allahdandır, Ademden değil, onlar Allahın dediklerini diyorlar. Nesiminin vücudu da Ademin vücudundandır, ama Allahın değil,
Ademin sözünü diyor. Bu fark iyice kavranmalıdır, aksi halde Nesiminin qezellerinin manası hiç kimseye belli olmaz, o qezellerden yanlış izahlar çıkara bilirler.
Cennetten kovulduktan sonra Ademin maddi varlık alemine çevrilişini bu maddi alemde çox sonralar yaranacak Yer yüzünün insanı anlaya bilməmişdir; Nesimi anlatmak istiyor ki, ey insan, hazret Ademin katiyyen sana benzeri yok, o, sana değil, Allaha benzetilerek yaratılmışdır, bütün maddiliklerin,içlerindeki
ruhlarla birlikte cemidir, sen içinde ruh olan o saysız-hisapsız maddi varlıklardan,sadece, birisisin. Yer yüzünün ilk insanı değil hazret Adem. Bütün maddi alem, bütün bu cahan onun kendisidir,sadece, dağılarak parçalanmış sepelenmiş halidir. Yalnız Yer yüzü, Ay, Güneş değil, bütün Qalaksiler alemi Ademin kendisidir, onun cennetten kovulmuş varlığına, içine sığmışdır. Yer yüzünün ilk insanı ve ondan töreyenler küçücük bir Yer yüzüne sığdıkları halde o bu cür milyarlarla gök cisimlerinden oluşan cahanın içine sığmaz derecede büyüktür. Bu cahan onun kendisi büyüklüktedir. Cennetin Allaha benzetilerek yaratılmış mekansız gövheridir o, bu kövnü-mekana, bu varlık mekanına nicə sığsın o? Varlık mekanı gibi büyük bir mekana sığmadığı halde senin yaşadığın, ”behrevü-kan”a, yani su kuyusuna benzettiyi Yer yüzüne hiç sığarmı?
İlk olarak Ademin cismi yaratılmıştır; topraktan yoğrularak “dokundukta çanak gibi ses çıkaran” bir hale getiriimiş o cisim, yalnız bundan sonra Allah Kendi Ruhundan o cismin içine üfürerek onu canlandırmış ve cennete salmıştır. Ama ne o canlılık bizim bildiğimiz canlılıktır, ne onun yoğrulduğu toprak bu cahanın torpağıdır. Çünki bu cahanın torpağı Ademin cennetten kovulmasından sonranın yaratılışıdır. Nice ki Ademin önce cismi yaratılmış, sonra ona Ruh üfürürmüştür, öylece de o, cennetten kovulduğu zaman önce varlık mekanı yaratılmış, sonra onun içindeki canlılar. Yoğrulduğu toprak cennet mekanının materialı olsa da melekler ve ilk cin olan İblis için konkret bir cisim gibi beyan olmuş ki, onu görmüşler. Canlandırıldığı zaman o kendisi de onları görmüşdür, çünki onların da cismi var o alemde. Hiç de her görüntü varlığın kendisinin direk, konkret görüntüsü değil,sadece, onun tezahür, beyan formalarından birisi olabilir. Allahın Mübarek Adları gibi. Meleklerin materialı olan ışık, cinin materialı olan od ise toprak gibi sonradan yaratılan olduğu için onlar Ademe varlık gibi görünmüştür. Ama meleyin de,İblisin de, Ademin de içindeki nur ilahidəndir. O nur yaratılmamışdır, çünki Ruhul-Evvelin küçücük bir parçasıdır o. Ruhul-Evvel Arşi-Aliden o tarafa bütün sonsuzluğu sarmaktadır, Ezeli və Ebedidir. O sonsuzluk mekan değil, Allahın içindedir. Mekan yaratılır. Sonsuzluk ise yaratılan değildir, sonsuzluk boşluk değildir İlkin Ruh o boşluğu doldurmuş olsun. Ne melek, ne İblis, ne Adem Arşi-Aliden ö tarafa geçemmezler, yalnızca o sonsuzlukta Mübarek Adları görebilirler. O İlkin Ruh Rabbül-Alemindir, yani Alemleri Yaratandır. Cennetler mekanı yaratılmazdan önceler sonsuzlukta yalnız ve yalnız İlkin Ruh vardı. Arşi-Ali cennetler mekanı yaratıldıktan sonra o mekanın sınırı olmuştur. Ondan o yana mekan anlayışı yoktur, Lamekandır o yan, yani Mekansızlıktır. İlkin Ruhun cennet mekanındakı hissesi Rahman Rahimdir; yani o da İlkin Ruhdandır, ama yalnız Eqli değil, hem de Kalbi keyfiyyettedir. Ademle Havva cennetin ortasındakı yasak edilmiş ağaca dokununca Allahın onlara öfkelenmesi eqli değil, kalbi keyfiyyetdir. Merhamet, kazab, sevinc, bağışlamak, nifret etmek kalbten gelendir. Cennet mekanı kendindeki bütün naz-nimetleriylə birliktə Rahmanın kendisidir. Daha doğrusu, o mekan sonsuzluğu sarmış İlkin Ruhun bütününün değil, yalnızca o İlkin Ruhun Arşi-Ali içine uzantı kısmının kendisidir. Mukayeseye sığmazsa da fikrim anlaşılsın diye bu benzetmeyle diyeyim ki, bizim varlık mekanımızda da bütün maddi olan ne varsa bu mekanın cemiylə birlikte hazret Ademin kendisidir. Yani can ile hem cahandır, cism ile de candır Adem. Rahman da hem Ademin cennetteki cismiyle canı, hem de Ademin kendisinin bütün o cennet mekanıyla bütünlüğüdür.
O halde hiç bir varlık hiçlikten yaratılmamıştır; sonsuzlukta Allahın olmadığı bir kum tanesi kadar da boş yer yoktur ki, orada hiçlik olsun. Bu varlıq mekanı Ademin cisminden yaratılmışsa Adem hiçlikdirmi? Ademin kendisi ilkin cennet toprağından yoğrulmuşsa o toprak hiçlikdirmi? Melekler ışıkdan, cinler dumansız alevden yaratılmışsa o ışık, o alev hiçlikdirmi? Adem bütün cennet mekanıyla birlikte Rahman Rahimden yaranmışsa Rahman Rahim hiçlikdirmi? Bu da o demektir ki, vücudu olan hiç bir şeye “yaratılmışdır” demek doğru de]il, her birisi kendisine kadar mevcut olan materialdan düzeltilmiştir. Bizim “yaratılış” gibi anladığımız her bir şey asl;nda tezahürdür, formadan formaya keçiddir, şekillenmedir. Eğer Adem Rahman Rahimin cennetteki
tezahürlerinden birisidirse, bu maddi mekan da Ademin maddileşmesidirse, demek, bu maddi mekan Rahman Rahimin, sadece, birce tezahürünün maddileşmesi, şekillenmesidir.
Adem yaratıldığı zaman Yüce Mecliste Allaha bütün eşyaların adlarını söylerken meleklerle, ilk cinle yanaşı Allahın Hüsnü-Camalını da görmüşdür; melekler de, cin de belli materialdan düzeltilmişlər diye vücuda sahipdiler, o vücud onların görüntüsü, beyanıdır. Allahın Mübarek Adlarından oluşan Hüsnü-Camalını ise yalnız görüntü kimi görmüşdür. Çünki O Hüsnü-Camalı görüntüleyen İlkin Ruhdur, Onunla Kendini beyan etmişdir, ama vücudu, cismi yoktur diye Kendisi görünmez. Hüsnü-Camal cisimsiz Lamekanın görüntüsüdür. O Lamekan olan İlkin Ruh Hüsnü-Camalla birlikte Allahtır. Rahman-Rahim o Mübarek Adlardan yalnızca birisidir, bütün cennet mekanı o Mübarek Adlardan yalnız birisinin tezahürüdür. Melek Cebrayılın getirdiği ayeler bu Addan geliyor. “Bismillah ir-Rahman ir-Rahim”, yani Allahın Rahman-Rahim Adıyla başlıyorum. Bütün Adlarıyla değil, yalnızca Rahman-Rahim Adıyla. Bütün Adlarıyla olmuş olsaydı, bu o demek olardı ki, Allahın Hüsnü-Camalıyla başlıyorum. “Elhamdü lillahi Rabbil alemin”. Yani hamd alemlerin yaratıcısı Allaha mahsustur. Ayrılıkta İlkin Ruhamı? Ayrılıkta Hüsnü-Camalamı? Hayır. İlkin Ruhla Hüsnü-Camalın birliğine. Hüsnü-Camal İlkin Ruhsuz var olmazdı, İlkin Ruhun da Hüsnü-Camalı olmazsaydı, o Camalı oluşduran Mübarek Adlardan alemler yaranmazdı. Hankı
alemler? Bizim bildiğimiz cennet ve varlık mekanından başka Allahın diğer Mübarek Adlarından da tezahür etmiş alemler varmış. Biz insanların o alemlerin varlığından haberimiz yoktur. Ama hazret Adem cennette yaşadığı zamanlar bundan haberdarmış; on sekiz bin alemin mevcutluğundan haber veriyor o, Nesiminin diliyle. O alemlerin her birisine Allahın sözü onların tezahür etdikleri Adlardan geliyor. Bizim alem ise Rahman-Rahim Adından tezahür etmiştir diye hamd, tarif Allaha ve bu alem için Onun Adlarından birisi olan Rahman-Rahima mahsustur. Çünki bizim alem için Kıyamet gününün hükümdarı Rahman-Rahim olacak. ( Aslında “Rahman” ve “Rahim” iki ayrı Mübarek Ad olsa da Rahman bu maddi dünyadakılara, Rahim ise Kıyametten sonrakılara merhamet eden manasındadır diye ikisi bir Adda birleştiriliyor. Arşi-Ali ve sidretül-münteha içinde olanlar her ikisinden tezahür etmişler).
“Allahtan başka ilah yoktur, Muhammed Allahın Resulüdür”. Onun Resul olarak gönderilmesi ilericeden göklerdeki Ana Kitapta yazılıdır, ona gönderilmiş ayeler de o Kitaptandır. O Yazılar Allahındır, yani bütün Mübarek Adlarındır Rahman Adıyla birlikte. Yalnız Rahman Adına ait olmuş olsaydı böyle olmalıydı: “Allahın Rahman-Rahim adından başka ilah yoktur, Muhammed Allahın Rahman-Rahim Adının Rasulüdür”. Ayeler bizim mekana yalnızca Rahman-Rahim Adına geliyor. Niye? Çünki o Ana Kitapdakı ayeler içində yalnızca bizim mekana indirilmesi lazım bilinen ayeler diğer Mübarek Adların tezahürü olan on sekiz bin aleme değil, yalnızca Rahman Adının tezahürü olan aleme gelmelidir.
Adem cennette kamil olmuşsa, yani bütün cennet mekanının bütünlükle Rahmandan tezahür etdiği hakikatını anlamışsa, demek, ruhen Rahmana kavuşmuş gibi olmuştur. Yer yüzü insanı kamilleşince ruhen Ademe kavuşuyor ve “mühiti-ezemem, adım Ademdir, Ademem” diyor, aynen onun gibi kamil Adem de ruhen Rahmana kavuşarak “Hem ayetü-Rahman menem, hem rahmetü-Rahman menem” diyor. Bir avuc suyu denize atarsın denize kavuşur, sonra o su derse ben denizim, belli etmek olurmu onu diyen o bir avuc su mu, yoxsa bütünlükte deniz mi? Ruhen Rahmana kavuştuğu
için hatta “vehy ile hem melek menem” diyor. Yani madem ki, Rahmana kavuşarak Hüsnü-Camaldayım, vehy de, melek de o Hüsnü-Camaldan değilmi yani? Maddi mekanda vehyin ayet şeklinde olması, meleyin suret halinde görüntüsü, işitilməsi benimse, cennetteki kamil halimde vehyin de, meleyin de şekillenmesi değil, kendileri bile ben olmuyor muyum Hüsnü-Camaldayken? Yasak olunmuş ağaca dokunduğu zaman ise Ademin kamilliyine kusur gelmişdir, çünki kamil varlık Allahın emrinden çıkmaz. O yüzden Rahmana kavuşması bitiyor ve Allahın emriylə bu maddi cahana çevriliyor. Ona göre de anlamak lazımdır ki, qezelde Nesiminin diliyle konuşan mühiti-ezem Adem cennetteki kamil halindedir.
Meleyin de, cinin de cennet mekanındakı görüntüleri onların konkret bir cisim gibi görüntüleridir diye hakikidir, ama maddi dünyamızdakı görüntüleri şekillenmedir, hayaldır diye fanidir. Ademin de o mekanda onlara görüntüsü cisim gibi görüntüdür diye hakikidir. Ama onun bu maddi mekanın ayrı-ayrı maddilikler gibi, yani Ay, Güneş, yıldzlar, canlı-cansız her şey şeklinde görüntüleri şekillenmedir, hayaldır diye fanidir. Öylece de, Allahın Hüsnü-Camalı İlkin Ruhun bir (cisim gibi değil) varlık gibi görüntüsüdür, cennet ve içindekiler ise o görüntünün (daha doğrusu, o görüntüyü oluşturanlardan birisi olan Rahman-Rahim Adının) görüntüsü, şekli, beyanıdır. Maddi mekandakı şekillenmelerden birisi olan biz insanlar da faniyiz diye bizim için cennet mekanı hakikidir, asıl hayat oradadır. Amm o mekan ebedi olsa da ezelidirmi? Hayır. Sonradan mevcut olması bakımından Allah için o mekan da şekillenmedir, hayaldır. Hakiki var olan yalnız ve yalnız Allahtır. Ama cennet ezeli değil diye fanidirmi? Hayır. Çünki Allah onun ebedi olacağını vaat etmişdir. Allah ise sözünde doğrudur, sözünden dönmez. İsterse o mekanı da yok edər ve bütün sonsuzluk “Önce Allah vardı ve Onunla hiç bir şey yoktu” haline geler. Ve bunu ederse Ona karşı çıkacak bir kuvve, vadine dönük çıktığı için Onu kınayacak bir kimse de olmaz. Ama bununla bile o mekanın ebediliğini vaat etmişdir, demek, ebediyyen onu yok etmez. Ebedi olan şey ise fani sayılmaz, hakiki sayılır. Maddi mekan ise içindeki her şeyle, insanlarla birlikte Kıyamet zamanı ezelden yokmuş gibi silinecek, ona göre fanidir. Cennet mekanının Rahmanın şekillenmesi, beyanı olduğu hakikatini derk eden Adem bu beyanla Rahmanı görmüş, Rahmanı görmesiyle de Allahın diğer Mübarek Adlarını, yani bu Adların oluşturduğu Hüsnü-Camalı göre bilmiştir. Ona göre Adem diyor ki, “sureti gör beyan ile”, ey insan, ne kadar ki, yaşadığın varlık mekanının cem halde benim cismimin beyanı olduğunu anlamayacaksın, benim bu varlık mekanından büyük olduğumu derk edemeyeceksin. Bilmeyeceksin ki, bu dünya, bu cahan dediğin “beyana sığmazam” ben. Cennet mekanı Rahmanın beyanıdır, Rahmanın içindedir, Rahmana sığar diye Rahman o mekana sığmaz. Çünki Rahman ondan büyüktür.
Anlaşılsın diye mukayeselerle diyeyim. Cennete salındığında Ademin cisim halinde Hüsnü-Camalla direk alakası kesilmiştir, öylece de Adem cennetten çıkarıldığında cennetle cisim halinde direk alakası kesilmiştir. Ademin cennetteki cismini Hüsnü-Camaldan ayıran Arşi-Alidir, maddi mekana çevrilmiş cismini cennetten ayıran ise sidretül-müntehadır. Cennetteki Adem cismen Arşi-Aliden o yana geçemez; Arşi-Ali olmazsa Hüsnü-Camalla cismen birleşebilir. Öylece de, maddi-mekan sidretül-müntehadan o yana geçemez; geçerse cennetle birleşebilir. Ama sidretül-müntehadan hemen sonra ilk çift cennetler başlıyorsa bile bu kavuşma asla mümkün değil. Öylece de, Arşi-Aliden hemen sonra Hüsnü-Camal başlıyorsa bile o kavuşma asla mümkün değil. Neden? Cennet mekanı yalnız Rahman Adının tezahürü olduğu için diğer Mübarek Adlardan ayrı, müstakil bir mekan gibi yalnız Rahmanın içindedir. Maddi mekan da yalnız Ademin cisminden yaratıldığı için cennet mekanından ayrı, müstakil bir mekandır diye yalnız Ademin içindedir. Varlık türleri farklı olan mekanlar cismen biribirine kavuşmaz. Mekan neden yaratılmışsa, neyin tezahürüdürse ona sığar. Cennet Rahmanın tezahürüdür diye Rahmana sığar. Maddi alem Ademden yaratılmışdır diye Ademe sığar. Ona göre de Adem bu maddi mekana sığmaz, cennete sığar. Rahman cennete sığmaz, Hüsnü-Camala sığar. Ona göre Adem diyor “Mende sığar iken cahan, men bu cahana sığmazam”. Ona göre de qezelde insanlara büyük bir kazab var; Ademin cismi olan bütün bu maddi cahanın sesidir o ses: “Kes sözünü ve ebsem ol, şerhü-beyane sığmazam!!!”. “Çek dilini ve ebsem ol, men bu lisane sığmazam!!!”. Yer yüzündəki ilk insanı Adem hisap edib de benim hakkımdaki tahminlerini, gümanlarını hakikat bilme. Çünki “Kimse gümani-zenn ile etmedi heqq ile biliş. Heqqi bilen bilir ki men zenni-gümane sığmazam!!!”.
Bu bilik insana niye lazımdır? Cisminden oluşan maddi alemin içindeki bütün maddilikleri arasında bir tek şüurlusu insandır diye Adem istiyor ki, hiç olmazsa insan ebediyyen Allahın içinde olarak var olmak şansını kaybetmesin. Ademi Allah Kendi Hüsnü-Camalına benzeterek yaratmıştır, yani onun yaratılışında bütün Mübarek
Adların iştirakı var. Ayrılıkta yalnız Rahman Adının işi değil bu. Yaratıldığı zaman Adem Allahla birbaşa temasda olmuş, ona cismen ve ruhen kavuşmuş haldeydi. Sonra Allah onu Mübarek Adlardan yalnızca birisinin, Rahmanın tezahürü olan cennet mekanına koymuştur. Bu zaman onun Allahla cismen kavuşması kesilmiş, yalnız ruhen Rahman vasıtasıyla alakası kalmıştır. Ve yalnız kamil olduğu için ruhen Rahmana kavuşa bilmiştir. Yer yüzü insanı da Allaha kavuşmak istiyorsa kalbini saflaştırmak ve bilgisini artırmakla kamilleşerek ruhen Ademin cennetteki haline yetmelidir ki, Rahmana kavuşsun. Rahmana kavuşmaq ise diğer Mübarek Adlarla birlikte Allahın Hüsnü-Camalında olmak demektir.
Biz insanlar canlılığı kendi düşüncemizle ölçüyoruz; yalnız insan, hayvan ve bitki alemini canlı hisap ediyoruz, çünki doğulan-yaşayan-ölen bunlardır. Oysa bu cahanda mevcut olan her şey — Ay da, Güneş de, yldızlar da, bir kum zerresi de, taş, toprak da canlıdır. Onlardakı can canlılığın bir başka türüdür ve Kurani-Kerim diyor ki, onlar da Allahı zikr ediyorlar, sadece, biz bu tür canlılığı kavrayamıyoruz. Ademin cennetteki canlılığı da başkadır, vücudu bizimkine benzemez diye biz o tür canlılığı da kavrayamıyoruz. Allahın canlılığı ise tam başkadır, onu, ümumiyyetle, tasavvürümüze getiremiyoruz, insan idrakı dışındadır. Ne canlıdır-ne cansız,
hem canlıdır-hem cansız, Ezelidir-Ebedidir, Başlanğıctır-Sondur. Konkret vücuda malik değil diye benzeri yoktur; “la hü ve la qeyrihu”, yani bu ne odur, ne de qayrisidir. Canlılığı yanlışlıkla yalnız doğulan-yaşayan-ölen gibi kavramışık diye kendimizi yalnızca dünya hayatına bağlayarak maddi mekanda, bütün sidretül-münteha içinde fikren kendimizi başka her şeyden tecrit etmişiz. Adem bu yanlış tasavvüre isyan ediyor Nesiminin diliyle. Cennetten çıkarılan Adem hankı mekana koyulmalıymış? Diğer Mübarek Adların tezahürü olan on sekiz bin alemlerin hankısına yerleştirilmeliymiş? Cennette günah işlemiş varlık o alemlerde de günah işlemeyecektimi? Günah işleye-işleye birisinden çıkarılarak diğerine salınmakla mekan-mekan,alem-alem gezdirilmeliymiş mi? Mübarek Adların tezahüründən başka da mekanlar yok sonsuzlukta. Allahın olmadığı bir boşluk, bir hiçlik de yok ki, Adem oraya salınsın. Bu yüzdən Ademin kendisinden mekan ve sayısız cisimler yaratılmışdır ki, kendisi kendi içinde yaşasın ve Kıyamete kadar zaman tayin etmişdir bu fani mekanın mevcutluğuna. Nesimidən iki yüz yıl önce yaşamış meşhur sufi alimi Mühyiddin Arabiye göre maddi mekan Arşi-Aliden kenarda değildir, cennet mekanı ahatesindedir; bu iki mekan iç-içe, konsantrik çevreler halindedir ki, son derece küçüğü sidretül-münteha çevresidir, büyüyü ise Arşi-Ali çevresidir. O zaman böyle bir haklı soru yarana bilir ki, eğer kovulmuş varlık yine de cennet içinde yaşayacakmışsa niye onu kovmuşlar ki? Mesele bundadır ki, haman varlık, yani maddi mekana çevrilmiş Adem artık sidretül-münteha sınırıyla cennetten ayrılmış, tecrit olunmuş haldedir birinci küçük çevrenin içinde. Cennete ayağı deymiyorsa, cennete hasret kalmışsa, demek, oradan çıkarılmış, kovulmuştur. Haman çevrelerin niye konsantrik, yani radiusları mühtelif olsa da merkezleri aynı olan çevreler gibi düşünüldüğünün cevabı ise bəelidir; dokunmaları Ademle Havvaya yasak edilmiş ağac cennetin tan ortasındaymış. O ağaca dokununca ebedi yaşamağa uyğun vücudlarının ilkin maddileşmesi oradaca başlamış, “örtülü övret yerleri biribirilerine görünmüşdür”. Cennetten kovulmak bundan hemen sonra olmuştur; Nesimi hakikatine göre Allahın emriyle vücuddan maddi mekan ve içindeki maddilikler o an yaratılmış ve o mekana Kıyamete kadar zaman verilmiştir. Haman o zaman anlayışının kendisi de fanidir, çünki yalnızca bu mekana aittir, bu mekanın içindedir, gök cisimlerinin dövri hareketiylə ölçüyoruz onu; yani Ademin içindeki zamanı Ademin içindeki kendi hisseleriyle ölçüyoruz. Bu mekan sidretül-müntehayla bitdiği gibi zaman da orada bitiyor, ondan o yana cennet mekanında zaman yoktur. Bu zamanın da var olmağı bu mekanla birlikte Kıyamet gününde bitecek. Yani bizim zaman ölçümüzle Kıyamete kadar müddeti var bu mekanın, Allah için ise haman bu müddet ebediyyet boyunca uzanan bir tek anın içindedir. Güneş gibi, etrafına dönen gezegenler gibi milyarlarca gök cisimlerinden oluşan yıldz topluluklarının sayısı da milyarlarcadır, onların hepsi ayrı-ayrı Qalaksiler halinde maddi mekanın merkezindeki oldukca büyük bir çismin etrafında dönüyor; ışık hızıyla gidersek haman o merkeze trilyar defe trilyardan çok ışık yılında yetebiliriz. Maddi mekanın yaranmağa başladığı noktadır orası, yani hem cennetin, hem de maddi mekanın konsantrik çevrelerinin merkezidir orası. Hatta o Qalaksilerin hepsi haman o oldukca büyük cisimle birleşerek vahid bir cisim oluştura bilselerdi yine Adem o büyük cisim olmazdı; çünki haman o vahid cisimle sidretül-münteha arasında mühit kalmış olacaktı. Bak o mühitle birlikte o büyük cisim Adem büyüklüktedir, sidretül-müntehanı hayalen bir çevre gibi tasavvür edersek, Adem sidretül-müntehanın içi büyüklüktedir. Bu mekanda bir tek o büyük, vahid cisim ve mühit kalmış olarsa bile zaman bitmez, çünki yıldızların biribirileri etrafına dönmeleri müddeti zamanın kendisi değildir ki, hepsi bir yere toparlanarak o dövri hareketlerini bitirerlerse zaman da bitmiş olsun. Zaman Kıyamete kadar verilmiştir, maddenin içindedir, Ademin cisminden bu mekan yaratıldığında cisimlerin ruhuna, daha doğrusu, enerjisine yüklenmiştir. Enerji dediğimiz şey ruhun beyanıdır, madde ise o enerjinin kendisidir, onun sükunet halidir, çok büyük hızlarda görünmez olur, enerjiye, önceki haline döner. İlkin yaratılış zamanı Ademin büyük vahid cisminin görüntüsü olan büyük enerjisinin sükunette olmayan kısmı ise sidretül-münteha içindeki bütün mühiti doldurmaqtadır; cisimlerin içindeki küçükk zamanlardan farklı olarak bütün mühiti doldurmuş o büyük enerjinin içindeki haman o zaman büyük zamandır. Zaman ruhun beyanı olan enerjiye mevcutluk müddeti gibi yüklenmiştir.
Enerjinin bir halde mevcutluk müddeti bitiyorsa beyan türü değişiyor, yani başka enerjiye çevrilir, ama yokolmaz. Yalnız Kıyamet günü yokolar bütün diğer görüntüler gibi. O gün Allah bütün bu alemdəki cisimlerin ve boşluk dediğimiz mühitin içinden haman o zaman yükünü bir andaca çeker ve bu maddi alem bir göz kırpımındaca yokolar. Ona göre de onu kendilerinin ölçüsünde hisap eden insanlara kazaplanıyor Adem, bu büyüklükteki sidretül-münteha içindeki o büyük zamanın yerleştirildiği mekan ölçülerinde olduğu halde insanların onu kendi küçücük “dehr”lerine, küçücük zaman dünyalarına, yani dünyamıza sığdırmalarına letife diyor. “Can ile hem cahan menem, dehr ile hem zaman menem. Gör bu letifeyi ki, men dehrü-zemane sığmazam”.
Hüsnü-Camal Mübarek Adların beyanı olduğu için O, eğer böyle demek mümkünse, o Adların mekanı gibidir. Hem İlkin Ruhdan, hem de o Adların tezahürü olan alemlerden haberdardır, çünki Görüyor, İşitiyor, Konuşuyor. O Adların birinden oluşan cennetler mekanı da tam bir varlık gibi hem Hüsnü-Camalı görüyor, işitiyor, hem de içindeki varlıklardan birisi olan Ademi. Adem de hem cennet mekanını görüyor, işitiyor, hem de kendinden oluşan bütün maddi alemin içinde olan her şeyi. Yani Adem “künfekan” olarak maddi aleme çevrildikten sonra bütün maddi alem halinde, sidretül-müntehayla ehatelenmiş tam bir varlık halinde görüyor, işitiyor ve Nesimiyle, Nesiminin diliyle de insanlarla konuşuyor. “Hem men qelendersuretem, ferdem, mücerret tecridem” diyor, Nesiminin yoksun, fakir haline işareyle de “Oldum fakirüü hem geda” diyor, ama ayni zamanda maddi alemin kendisi büyüklükte olduğuna işareyle azametini göstererek “hem mülke sultan gelmişem” diyor. Maddi alemde bitki ve hayvanlardan çok sonra yaranmış insan o canlılardan farkl olarak hem de şüurludur, etraf alemi bilmesinden, duymasından farklı olarak şüuru sayesinde kamilleşe de biliyor. Maddi alem yalnız haman o az sayıda olan kamilleşmiş insanlarla ünsiyyete giriyor, onlarla konuşuyor, onlara fikrini bildiriyor. Maddi alem içinde yaratılmış insan maddi alemin kendisi gibi konuşa bilen, fikrini bildire bilen bir varlık gibi yaratılmıştır. Insan, sadece, beyin ve beş duyğunun oluşduğu sıfatdan, camaldan ibarettir, vücud onu yaşatmak içindir. Allahın insanı kendisine benzeterek yarattığını vücud benzerliği gibi değil, “beyin-camal” birliği gibi anlamak lazımdır. İlkin Ruh-Hüsnü Camal ve beyin-sıfat benzerliği anlaşılmalıdır. Ve beyinle sıfatın maddi benzerliği değil, alemi kavramağın, derk etmenin mahdut ve sonsuzlukta küçük bir zerresi boyutta bir benzerliği anlaşılmalıdır. Bu zerrecik Allahın peyğamberler aracılığıyla bildiriği kelamlarını anlayarak derk etmek için yaratılmıştır, eğer derk etmekte zorluk çekiyorsa ve ya o kelamlardan yanlış izahlar çıkarıyorsa o zaman maddi aleme çevrilmiş hazret Adem Nesimi gibi kamillerin diliyle o anlaşılmaz hakikatı şerhediyor. “Gelmiş cahana şerh eder şimdi Nesimi heqq sözün. Onu kim idrak eylesin, men sirri-pünhan gelmişem”. Sözü ağız diyor ama, tabii ki, maddi mekanın ağzı bizim bildiğimiz ağız gibi değildir. Sadece, konuşuyor diye qezelde “ağız” sözü kullanılmıştır. “Çün yeqin bildi Nesimi ağzının var olduğun. Ol yeqini sen güman etmek dilersen, etmegil”.
(devamı var)