Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Mengen °C

(<)img src="https://placehold.it/120x600">
deneme kod arasında img'den önce ve en son (<)kapama işareti arasında boşluk olmayacak < img src="https://www.5banners.com/store/img/cms/00102.gif" >

Uçurtmaları vurmasınlar…

Uçurtmaları vurmasınlar…
24.04.2014
633
A+
A-

Yetmişli yıllardı. Ahşap evlerden kurulu mahallemizin ışıksız sokaklarında geçti çocukluğumuz. Bağ, bostan, tarla işleri yoğun olduğunda ayak bağı olmayalım diye annemin köyüne bırakırlardı beni.

Bir kısmı da orada geçti ömrümüzün. O kadar iş var ki çocuklar ayak bağı görülürdü. O kadar yani. Sofraya gelen kara somunun hikayesi taaa oralardan başlar aslında. Anne, baba çocuklarına, çocuklar anne babaya hasret geçen yıllar.

Cumartesi kurulurdu Mengen pazarı. Şeker dedem Nuri’nin haftada bir gün açtığı bakkal dükkanı vardı. Hanım isimli beygiri ile her cumartesi erkenden koyulurdu yola. Bazen heybenin bir yanına beni, diğer yanına dengeyi sağlamak için taş koyar götürürdü. Sırf annemle, babamı göreyim, onlarda beni görsünler diye. Beni götürmediği zamanlar akşamı zor ederdik. Karanlıkta yolda önünü beklerdik.

Babam fırıncı olduğu için pazar ekmeği gönderirdi. Ak ekmek derdik. Pasta gibi gelirdi. Yaklaşan nal seslerini duyunca kıyameti koparırdık, dedem geliyor diye. Gazeteci Seyit Ahmet Ağabeyin dükkanının arkasında bir yerlerdi. Gazoz imal ederlerdi. Yine ona benzer bir yerdeydi galiba tuz imalathanesi vardı.

Gazeteci Seyit Ahmet Ağabeyi üç ayaklı bir şeyin üstünde bulunan siyah torbanın içine kafasını sokmuş gördüğümüzde ne yapıyor diye meraktan ölürdük. Fotoğraf çektiğini öğrendiğimizde, merakımız daha da artmış, gizlice siyah torbadan baktığımızda karanlıktan başka bir şey göremeyince hayal kırıklığına uğramıştık.

Bakır renkli kuruş ederinde paralardan beş kuruş elimize geçirince doğruca pastaneci Şakir Dede’ye gider beş kuruşa, beş tane halka aldığımızda nasıl sevinirdik.

Cepte para olmadığında ise tatlı ailesinin şekerleme imalathanesinin demir parmaklı penceresinin önünde nöbet tutardık. Minür Amca parmaklıklar arasından sıcak, sıcak macun kıvamında yoğurduğu şekerlerden hepimize birer parça verdiğinde, dünyanın en şeker çocukları olur, sevinçten yere göğe sığmazdık.

Bizim odunlu kara fırında, büyük yuvarlak ekmekler çıkardı. Öğle tatilinde ilkokullara köylerden gelen çocuklar, bellerinde sarılı üzüm, helva ne varsa, bizden aldıkları çeyrek ekmek ile çeşme başlarında, ağaç diplerinde karınlarını doyururlardı.

Hafta sonlarını iple çekerdik. Hele birde paraları denkleştirdi mi doğru Yaman Sineması’na. Mustafa Amca’nın yanında alırdık soluğu. Para durumuna göre, ilham gazozu, gazeteden yapılan külahlara çekirdek, artarsa masa topu ve de sinema.

Satılmış Ağabey yetişemezdi. Çünkü en lüks eğlencemiz orasıydı. Birde panayırlar. İnanılmazdı bizim için. Alıç toplar iplere dizer, sinema, atlı karınca, allı güllü, yedi türlü macun için satardık ipin üstünde yürüyen boncuk lakaplı adamı hayranlıkla dilimiz tutulmuş bir şekilde seyrederdik. Hava sıcaklığı artınca, koca yer, fidanlık gibi plajlarımız vardı setin üstünden balıklama, çivileme atlar, serinlerdik.

O arada yakındaki mısır ve patates tarlaları tüm nimetlerini bize sunar, yaktığımız ateşte hem kurulanır, hem çalıntı mısır ve patates pişirirdik. Araba şamyellerini can simidi olarak kullanırdık. Bütün mahallenin hayvanları nöbetleşe keşik ile güdülürdü. Hayvanların peşinde, dolaşırken beş taş, çelik çomak, kovalamaca körebe gibi oyunlar oynardık.

Ekşi elmalar, döngel, böğürtlen, alıç, dağ çileği gibi ürünlerle doğal olarak günümüzü tamamlar, akşam ezanı ile evlere dönerdik. Kuyulardan, tulumbalardan ibrik, helke ve güğümlerle nakışlı poğ, fes, kuşak takılı kadınların evlere su taşıması ile tamamlanırdı günümüz.

Işıksız, idare lambalı ahşap evlerde aşevlerine geçer, ortaya konulan yer sofrasında karavanalardan tahta kaşıklarla yemeklerimizi yer, yorgunluktan yerlere serilen yer yataklarına kendimizi zor atardık. İşte sadece üç beş alıntı yaptığım çocukluğumuz. Bu arada en önemlisi de 23 Nisan’dı bizim için.

Hani der ya şiirlerde, nasıl sevinmez insan diye. İşte o çocuk bayramı için günler öncesinden hazırlanırdık. Neler yapılırdı anlatmayacağım. Bir tek şey söylemek isterim tamda burada. Bayramlarımıza, çocuklarımızın umutlarına, sevincine, mutluluğuna da mı.?!!!…

Mengen Tema her şeye inat etkinliklerini devam ettiriyorlar. Ne kadar masumca, ne kadar büyük bir iş aslında. Çocukluğumuzun bir bölümüne sahne olan Cazlar Tepesi’nde uçurtma şenliği tertip ettiler. Aman çocuklar güzel şeylere layıksınız. Dikkat edin Uçurtmaları vurmasınlar…

Yüzünüzden gülücükler, yüreğinizden sevgiler eksik olmasın.

Sevgiyle Kalın.

 

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.