Şeyh İmadeddin Nesimi Dünyasının sırrı. (dördüncü bölüm)
ŞEYH İMADEDDİN NESİMİ DÜNYASININ SIRRI
dördüncü bölüm
(arifler için)
Ğönül yürek değil. Yürek kanı, sadece, damarlara kovalayan maddi bir orqanik pompadır. Ğönül ise ruha aittir; ruh akılla ğönülün vahdetidir. Akıl ruhun yaratıcı tarafıdır, ğönül ise hal, hiss, duyğu tarafı. Akıl ruhun temelidir, ğönül ise o temelin etrafını Ayın halesi Ayı bürüdüğü gibi bürümüştür. Sidretül-münteha maddi alemin etrafını bürüdüğü gibi. Ve ya Arşi-Ali cennetler mekanının etrafını bürüdüğü gibi. Hem maddi alemin, hem cennetler mekanının etrafı, sonu vardır diye onların içindeki ilahi ğönül onları sidretül-müntəha ve Arşi-Ali gibi bürüğebilir. Ama Allahın İlkin Ruhu sonsuzdur, etrafsızdır diye İlahi Gönül İlahi Aklın etrafını bürümüştür demek doğru olamaz; İlahi Gönül İlahi Akılla birlikte sonsuzluk boyuncadır. Eğer insanın sıfatı, cemali olmazsaydı gönlünün kazap, sevinc, keder, pişmanlık ve sair hallerini sözle bildirmekle tasavvür etmek mümkün olmazdı. Gönülün halinin görüntüsü için yüz, sıfat, camal mevcuttur, yani yüz gönülün aynasıdır, yüzdeki her hankı bir mana ğönülün o andakı halinin görüntüsü, beyanıdır. Allahın Hüsnü-Camalı da Onun İlahi Gönlünün beyanıdır, yarattığı varlıklar cennetten baktığında Onun Gönlünün halini görsünler diye. İlk insan gibi Ademi yaratdığında da bu benzerlikle yaratmışdır ki, onun da sıfatı olsun ki, gönlünün halini beyan edebilsin. Cennettekilerin gördüğü Hüsnü-Camal olar, “Allahı görüyoruz” derler, ama O ne İlahi Akıldır, ne de İlahi Gönül. Yani İlkin Ruh değildir. İlahi Ğönülün beyanı olarak İlkin Ruhun beyanıdır. Ilkin Ruh ise, yani İlahi Akılla İlahi Gönül birliği ise ebediyyen bir kimseye görünməz, çünki benzeri yoxtur. Nice ki, biz bir cisme, bir insana baktığımızda onun yalnızca vücudunu, sıfatını görüyoruz, içindeki akıl-gönül vahdeti olan ruhunu ise görmemiz mümkün değildir. Adem kendi gönlüne arşi-Haqq diyor. “Heqq” sözünü Allahın Adlarından birisi olarak değil, Ademin maddi aleme çevrilme hakikatı, “heqqi” olarak anlamak lazımdır. Bu “heqqin” arşi, sonu sidretül-müntehadır. Yani gönlüm maddi alemi Ayın halesi gibi bürümüş sidretül-münteha böyüklüktedirsə, ey beni hakikatten uzak hisap eden insan, maddi aleme çevrilmezden önce cennette kamilliyimle Rahmana kavuşarak arşi-Rahman olmamışammı? Tabii ki, Rahmanın arşi, hüdutu, sonu olmaz. Rahmanın tecellisi olan mekanın, yani cennetin arşi vardır ki, bu da Arşi-Alidir. Arşi-Aliyə kavuşan varlık hakikatten, dindən nice uzak olabilir? Fikrimi bir az da izah edeyim, çünki oldukca ince konudur. Yalnız seven gönül zengindir ve yalnız ilimli akıl üstündür, ama bir tək zengin gönülle ve ya bir tek üstün akılla ruh kamil olamaz. Kamil ruh ilimli akılla seven gönülün birliğidir. İlim sevgiden ileridir Allah için, ama sevenlerin ruhlarının gönülləri kavuşur o gönülün bürüdüğü akıl ilismsiz olsa bile, sadece, Allah katında derecesi aşağı olar o ruhun ilimsiz olduğuna göre. Yukarıda dedim ki, biz insanlar canlılığı anlıyoruz. Bir kum zerresi de içinde ilahi nur, ruh parçası vardır diye canlıdır; topraktan ruhu çıktığı zaman ölü topraktır Ayın toprağı gibi. Canlıdırsa, demek, içindeki ruhun aklı ve gönülü vardır. İki su damcısı biribirisiyle birleşerse bu yalnız onların ayrı-ayrılıktakı ruh parçalarının gönüllərinin birliği değil, hem de onların cismani birliğidir; birleşerek tam olurlar. Erkekle dişinin biribirisine asıl sevgisi ise cismani değil, yalnızca gönüllerinin birliğidir. Gönül ise ruhtan ayrı olmadığı için sevgi ruhların kavuşmasıdır. İnsanın doğaya, Allaha olan sevgisi de bu tür ruhani, gönülce kavuşmasıdır. Eğer insan maddi alemin tam bir vücud olarak Ademin cisminden yaratıldığını kabül ederek onu severse insanın gönlü maddi alemin gönlünə kavuşar. Yani arşi-Hakka kavuşar. Yani sidretül-münteha büyüklükte olar gönlü. Eğer Adem cennetteyken cennet mekanının Rahmanın zühuru olduğunu kabül ederek onu sevmişse, demek, gönlü cennet mekanının gönlüne kavuşmuştur. Yani Arşi-Rahmana kavuşmuştur. Yani Arşi-Ali büyüklükte olmuşdur gönlü. Buna göre Adem Nesiminin diliyle demek istemişdir ki, bir beşer evladı gibi, bir “feqirü-geda” gibi Arşi-Hakkım, maddi alemin gönlüne kavuşmuşum, çünki beşer evladı için gönül sidretül-münteha büyüklüktedir. Cennetteki Adem gibi ise Arşi-Rahmanım, cennet mekanının gönlüne kavuşmuşum, çünki cennet ehli için gönül Arşi-Ali büyüklüktedir. Cennet mekanı için sidretül-münteha çok-çok küçüktürse hankı biriniz kamil olsanız bile dini hakikatı benden çox bileceksiniz, ona benden daha yakın ola bileceksiniz, ey beşer evladları? Ben sizlerden farklı olarak bir Adem gibi “Gah çıkaram gök yüzüne seyr edərem alemi”, bir Nesimi olarak da “Gah inerəm Yer yüzünə seyr eder alem beni”. O halde benden çoxmu bileceksiniz?
Bak, bütün bu dediklerim o kadar büyük hakikattır ki, Adem Nesiminin diliyle diğer bir şiirde böyle diyor: ” Yüz yaşında ruhban görse gerdeninin ağını. İncili suya burakır, vaz geler haçdan geçer”. Ruhban hristian papazıdır, yeni doğmuş çocuklar hristian olsunlar diye onları haç suyuna salarak çıkarar. Hakikatın
göz kamaştıran parlaklığı ise remzi olarak güzelin gerdeninin, sinesinin beyazlığına benzetilmişdir. Yani bu hakikatt öyle parlaktır ki, çocukları yüz yaşına kadar haç suyuna salarak çıkarmağı doğru iş bilen bir papaz da onu görürse hakkaa gelerek çocuğu değil de, İncilin kendisini tahrif olunmuştur diye suya bırakır, haçını reddeder. Ve ya: “Hacılar hecce giderken çölde görseler seni. Hayran olub mat kalırlar, vaz gelib heccden geçer”. Yani anlarlar ki, heccin anlamı Kaabe etrafında dönmekte, Sefa-Merve arasında koşmaktaa, kurban kesmekte değildir. Hakikatı derk etmeden icra edilen bu emeller, sadece, dini merasimlerdir. Hakikat onları hayran eder, tasdik ederler ki, “Haqqdan gelen kelamın mücizdir, ey Nesimi. Sensin ki, kündü-kenzin esrarına beyansan ”. ( Sadece, bir tek bu beyt Nesiminin kendisine asla ve asla “Allah” demediğinin sübutudur; aksi halde kelamlar onun kendisinden gelmeliydi. Ama “Haqqdan gelen kelam” diyor, o mücüzüli kelamlar sayesinde maddi hazinenin sırrlarına beyan olmuştur Nesimi).
Bu hem de ona göre büyük hakikattır ki, asrların arasından geçerek bu günümüze kadar var ola bilmiştir, hatta bu ilim-teknoloji asrında bu hakikat esasında hristian alimleri tarafından “Kaynar kainat” modeli diye Büyük Patlayış teorisi de yaratılmışdır. Bu teorinin temelinde Kainattakı bütün cisimlerin bir tek maddeden yaratılması duruyor. Bu teoriye göre belli olmayan guya bir tek şeydir: o tenha
cismi kim yaratmışdır? Diğer her şey ise bellidir; guya ölçüsü santimetrenin trilyonda bir hissesi kadar küçücük bir zerreciğin içinde baş verən patlayıştan sonra bir takım prosesler sonucunda bir göz kırpımındaca bütün Kainatı dolduran sema cisimleri yaranmıştır. Başka nice diyebilirler? Derlerse haman o cisim Ademin kendisi olmuştur, “Büyük patlayış” sonucunda vücudundan sidretül-münteha büyüklüyünde bu maddi mekan yaranmıştır, buna artık yeni değil, tamamen Nesimidən götürülmüş teori demezlermi?
Adem cennetten çıkarıldığında maddi aleme çevrilmezden bir an önce, tabii ki, sidretül-münteha çevresi büyüklüyünde olmamıştır. Mükayese için ikinci cisim yoktursa o cismin büyüklüğü-küçüklüği hakkında söz demek doğru değildir. Büyüklük-küçüklük dü cismin hızı gibi nisbi anlayıştır; ikinci cisim, yani hisaplama noktası yoktursa cismin harekettemi, sükunetdemi olduğunu demek mümkün değildir. Daha doğrusunu bu zaman o iki cisimden kenardakı üçüncü cisim bilecek, çünki iki cismin biribirisine yaklaşması ikisinin de harekette olması anlamına gelmez, olabilir birinci sükunettedir, yaklaşan ikincisidir. Olabilir ikinci sükunettedir,
yaklaşan birincidir. Hatta olabilir ikisi de karşı-karşıya değil, aynı tarafa hareket ediyor, sadece, ikinci cismin hızı birincinin hızından büyüktür. Üçüncü cisme göre ise bu zaman doğru bilmek olur ki, onlardan hankısı harekette, hankısı sükunettedir. Büyüklük-küçüklük de böylece nisbidir; kainatta tenha cisim Qalaksiler kadar büyük olsa bile mahduttur, konkrettir diye sonsuzlukla mukayesede küçücük bir zerredir, biz ise cismani küçükk olduğumuz için, tabii ki, Qalaksiler bizim için son derece büyüktür. Güneş sistemimiz bizim Qalaksimızın kenarlarına yakın yerleşiyor. Qalaksimiz de kendi sırasında milyarlarla Qalaksiden oluşan yıldız toplulukları sisteminin kenarlarındadır. Yani biz Kainatın merkezinden, sidretül-münteha çevresinin merkezindən çok-çok uzaklardayız. Bu büyüklükte Ademe, tabii ki, cennet mekanı yaşamak için dar olardı; çünki hedislere göre, cennetin eni gökler ve Yer genişliyindedir. Yani Adem cennette maddi mekan büyüklüğünde olmuş olsaydı cennetin eninə zorla sığardı. Ademin maddi mekan hali cennetten çıkarıldıktan sonranın son derece genişlenmiş halidir. Din de, ilim de tasdik ediyor ki, Kainat her zaman genişlenmektedir. Maddi aleme çevrilme anındakı Adem sidretül-münteha büyüklükteki Ademle mukayesede, tabii ki, çok küçük, zerre halinde olmuştur. O bir başka sorudur ki, küçük bir cisimden bu büyüklükte alem nice yaratılmıştır. Bunun
mümkünlüğüne “Büyük patlayış” teorisi artık cevap vermiştir, sadece onu diyeyim ki, her birimiz doğduğumuzda el büyüklükte bir çocuk, ondan da önce ise anne betninde yalnız mikroskop altında görüne bilecek bir zerrecik değilmiyiz?
Maddi alemin bu gördüğümüz yıldılar, gezegenler, Qalaksiler gibi büyük hali ilahi zaman ölçümüyle bir göz kırpımındaca baş vermiştir. Bu hale yetmeğin ise, tabii ki, ilkin hali ve sonrakı inkişaf
merheleleri olmuştur. Bu gördüğümüz alem maddi alemin mümkün ola bilecek en son halidir ki, çok sonralar bu son hal için Yer yüzü insanı yaratılmıştır; maddi alemin bu son haline yanlışlıkla birinci dünya diyoruz, aslında, bu, son, yedinci dünyadır. Birinci dünya ise Ademe cennetten çıkarıldığında Allahın “Ol” emrinden hemen sonrakı maddi alemin ilk, ibtidai haidir. Ona göre Nesimi diyor: “İbtidadır, ibtidadır, ibtida. İbtidadan hasil oldu inteha”. “İnteha” bizim yaşadığımız bu yedinci dünyadır. Aslında yedi dünya bölgüsü şartidir, bir tek maddi alem vardır. Kalan altı dünyayı Güneş sisteminin diğer orbitlerindeki ve ya diğer Qalaksilerdeki yıldızlarda aaramak doğru değildir, çünki o yıldızlar, gezegenler de bu yedinci dünyanın maddiliklerindendir, sadece, şimdilik o uzak Qalaksilere gidecek inkişaf seviyyesinde değiliz, ama bir gün gidecek olursak oraları da bu vücudumuzla görmek-duymak derecedeki vücut ölçülerinde, intervalındayız. Yedi dünya maddi alemin biribirisinden doğan, sonrakı öncekinin bir üst hali olan, iç-içe inkişaf yoludur. Yedisi de Ademin maddi aleme çevrilişi zamanı, ilkin yaratılış zamanı aynı andaca var olmuştur. Sadece, biz insan olarak önceki dünyaları görmeden en son, yedinci dünyada yaratılmışız. Ve yalnızca bu yedinci dünyayı görmek, işitmək, duymak aralığında yaratılmışız. Gözlerimiz kırmızı-viole reng ehatesindeki infrakırmızı ve ultraviole rengleri görmeğe, kulaklarımız yüksektezlikli sesleri eşitmeğe, ciltimiz kayri-maddi hiç bir şeyi hiss etmeğe kadir değildir. Burnumuz da mahdut kokubilmeğe, dilimiz de mahdut tatbilmeğe uyğundur. Ciltimizle de yalnız yedinci dünya maddilikleri türünün dokunuşunu hiss ede biliyoruz. Bu beş duyğumuzun bu dünyadakı vücut türüyle alemi duyumumuz diğer altı dünya için çok ibtidaidir. Yani varlık alemi hiç de gördüğümüz gibi değildir, sadece, yedinci dünya, bu dünya gördüğümüz gibidir. Daha nice rənglər, tatlar, sesler, kokular var ki, bu vücutla biz onların varlığını bilemiyoruz. Biz mikroalemi de göremiyoruz, ona mikroskop altında bakıyoruz ama, mikroskopun bile göstere bilemediği daha hankı mikroalemler var, o bize belli olmaz bu dünyada. Misalçün, biz ağacı ağac gibi görüyoruz ama, mikroalem için de mi o, ağactır? Hayır, o alem için ağac, sadece, molekullar, atomlar, atom nüvesi etrafında dönüşen elektronlar, o nüvelerin içindeki protonlar-neytronlar, o protonların-neytronların içindeki daha neler-neler toplusudur. O ağacın ətrafını sarmış hava da öylece mikrozerrecikler toplusudur. Sadece, o mikrozerrecikler toplusu bizim yedinci dünya mühitine uyğunlaştırılarak yaratılmış derketme cihazımız için şekillenmiş haliyle, ağac haliyle görünüyor diye biz ona ağac diyoruz. Bir başkasına yıldız, bir başkasına taş, bir başkasına inek, bir başkasına da insan diyoruz, yani sonuç itibariyle, her bir şey zerreciklerden ibarettir, gördüğümüz ne varsa hepsi şekillenmedir, surettir, obrazdır. Kalan altı dünya haman o zerrecikler toplusunun yedinci dünyamızdakı şekillenme hallerine kadarkı merhaleleridir. Biz öldükten sonra kalan altı dünyayı da, yani bundan önceki altı inkişaf yolunu da göre bileceğiz. Maddi alemin önceki her inkişaf merhalesine, her dünyasına uyğun olan yeni vücutlarda yaşamakla gösterilecek bize haman önceki dünyalar, tabii ki, bir başka şekillenmeleriyle. Bu, Allahın ayesidir ki, diyor Biz insanların beden emsallerini değişmeye, onları bilmeyecekleri daha nice bedenlerde yaşatmağa kadiriz. Adem Nesiminin diliyle “Bu neçe mekanı geçtim ki, bu cismü-cana geldim” diyerken haman o önceki altı mekandan konuşuyor. O altı mekan, o altı dünya haman bu maddi alemin içindedir, o mekanlara qeyb alemi diyorlar. “Alemül-qeybin vücudu Kainatın eynidir” misrasının açılışı budur. Öldükten sonra her birimiz o altı dünyada yaşaya-yaşaya maddi alemin en ilkin hali olanzamanına da gideceğiz, Allah bize o ibtidai mekanı da gösterdikten sonra bizi tekrar bu yedinci dünyada öldüğümüz ana getirecek ve bizden önce ölmüşlerle birlikte Kıyameti, her şeyin silinerek yok olmasını ve tekrar dirilişi bekleyeceğiz. Beş duyğumuz aynıyla kalacak, duyğular değişmezdir ve bütün insanlarda aynıdır. Değişen vücut türümüz olacak; yani duyğularımız değil, duyğu orqanlarımız, cihazlarımız değiştirilecek. Ölmek, altıncı dünyaya geçmek, sadece, başka beden türüne geçmek demektir, dünya, alem ise haman dünya, haman alemdir, şarti olarak altıncıdır. Altıncıda yaşayarak bu dünyada yaşayanları göre bileceğiz, işiteceğiz, ama müdahale ede bilmeyeceğiz. Sonra beşinciye geçerek yine başka bir beden türüyle orada yaşayacağız, bu defa yalnız yedinci dünyadakıları değil, altıncı dünyadakıları da göre bileceğiz, işiteceğiz, ama yine de müdahale ede bilmeyeceğiz. Böylece, bütün dünyalarda yaşaya-yaşaya birinci, ibtidai dünyanın da sakini olacağız. Bedence en mükemmel halimiz haman o ibtidai dünyada olacak. Ama yine diyorum ki, ibtidailik-alilik bölgüsü şartidir, merhale-merhale ğeçtiyimiz için ona ibtidai diyoruz, aslında ise ilkin yaratılış zamanı ibtidai ile ali dünya arasında, yani bu gün yaşatığımız dünya arasında zaman ölçüsü olmamıştır, her şey bir göz kırpımında yaratılmışdır. Bedenimiz ise ona görə mükemmel olacak ki, çünki o ilkin dünyadan bütün sonrakı altı dünyayı da, o dünyaların sakinlərini də görə bileceğiz, işiteceğiz. Başka sözle, maddi alemi ibtidai-ali haliyle bütünlükle, aslında olduğu gibi görebileceğiz. Yani ölüm diye bir şey yoktur, beş duyğumuzla, aklımız-şüurumuzla bir beden türünden diğer daha üstün beden türüne geçmek vardır. Ve bu bakımdan aslında dünyadan dünyaya geçmek meselesi yoktur; maddi alem birdir, dünya da birdir, maddi alemin kendisidir. Sadece, maddi alemin bize yeedi tür bedende yedi intervalda gösterileceği düşünülmüştür diye yaşayacağımız her intervala ayrıca dünya diyerek bu vahid alemi yedi hisseye bölmüşüz.
Düşünüyorum, Nesimi qezellerini birinci şahısın değil, üçüncü şahısın tekində yazmış olsaydı, yani “Ademdə sığar iken cahan, O bu cahana sığmaz” demiş olsaydı, yine de mi avam, cahil topluluk ona karşı gelecekti? Ola bilsin ki hayır. Ama ilahi hakikatı derk ederek kamilliyin zirvesine yetmiş şair bütün diğer qezellerinde de “Men”in, birinci şahısın dilinde konuşuyor. Çünki o, hazret Adem hakkında konuşmuyor, Ademin kendisiymiş gibi konuşuyor. Niye? Çünki akılla, kalble kamilliyin zirvesine yetenler cismen olmasalar da ruhen hazret Ademin kendisi olmuş oluyorlar. Ona göredir ki, şair “Onda sığar…”, ”Ademdə sığar…”, ”İlk insanda sığar…” demiyor, ”Mende sığar iken cahan, men bu cahana sığmazam” diyor. Yani ben kamilleşerek hazret Adem hakikatini derk ettiysem, o benim. Yani Nesimi kendi şair tahayyülünde Ademi bir edebi obraz gibi hayal etmemiştir, Adem kendisi Nesiminin diliyle konuşnuştur. Ebedilik vaat olunan cennet mekanının içindekilerden birisi olduğu için Adem de ebedi var olanlardandır. Ebedi olan her şey ise hakikidir, bu maddi cahanımızdakı her şey o hakikinin, hakk olanın maddileşmesi, görüntüsüdür. Demek,
Nesimi kendisi de o maddiliklerden birisi olduğu için o hakiki, hakk olan Ademin maddileşmelerinden,sadece, birisidir. Vücut olarak Nesiminin görüntüsü “insanü-beşer”dir. İçindeki ruh da bütün o maddiliklerin her birisinin içindeki ruhun aynısıdır, Ademin içindeki ruhun aynısıdır. İlahidendir. Sadece, maddilikler içinde o devirde en kamili Nesimiymiş diye Adem onun diliyle konuşmuştur.
Şairin qezellerini Allahın diliyle değil, hazret Ademin diliyle yazdığını derkettikten sonra “Mende sığar iken cahan” yerine “Mende sığar iki cahan” gibi okumanın ne kadar yanlış olduğu derhal belli oluyor. Guya burada iki cahandan birisi Ademin ilk olarak yaşadığı cennetmiş, o birisi ise kovulduğu dünyamız imiş. Nice yani? Cennet Ademdən küçük idimi ki, Ademe sığsın? Yaratıldıkdan sonra yaşamak için yerleştirildiği mekan onun kendisinden nasıl küçük olabilir? O mekan onun kendisi için yaratılmamışdırmı ki, onun içinde yaşasın ve onun her naz-nimetinden istifade etsin? Varlık mekanı ise Ademin kendi vücutundan yaratılmışdır diye Ademden küçüktür, Ademin içindedir. En çoğu Ademin kendisi büyüklükte olabilir. Yani yalnız haman bu mekan, haman bu cahan Ademin içine
sığandır. Ve içine sığdığı için de kendisinin bu cahana sığa bilmediğini, bu cahandan büyük olduğunu diyor. Ona görə de qezelde yalnız haman bu varlık mekanının, bu cahanın ona sığmasından konuşuluyor.
Budur. O büyük şairin yaradıcılığına tamamen yeni yönden ışık tutarak cahillerin onun üstüne çok büyük bir haksızlıkla örttükleri kafir perdesini tarihin çöplüğüne atmağa çalışdım. Buna ne derecede nail olduğumu yalnız arif olanlar bilecek. Ama tam eminim ki, onun bu güne kadar karanlıklar içinde kalmış dünyasına tuttuğum bu ışık bundan sonra onun bütün yaradıcılığının sırrını açmak için nesimişinaslara yardımçı olacak. Çünki Nesimi yaradıcılığına şair poeziyası gibi bakmak doğru değildir; her beytinde bir dünya yatan bu qezellerin sahibi kendi ruhani dünyasıyla beşeriyyetin fevkinde duran öyle kamillerdendir ki, bildiği, yetdiği hakikatı,sadece, şiirle söylemişdir. Hakikat ise bir olduğu için şair bütün qezellerinde yalnız ve yalnız onu bildirmiştir insanlara. Fark poetik ifadelerde, teşbihlerde, aforizmlerde, remzlerdedir.
Bilmek lazımdır ki, hem Nesiminin sağlığında, hem de onun idamından sonra “Nesimi” adıyla qezeller yazanlar çok olmuştur. O “nesimilər”in qezellerini asıl Nesimiye ait etmek onun hakikatinin derk edilmesinde zorluk yaratabilir. Misalçün, eğer qezelde diyorsa ki, “derimi soydular”, o qezel kesinlikle asıl Nesiminin değildir, çünki tarihi fakt budur ki, onun derisi boynu vurulduktan sonra soyulmuş, derisiz ceseti Halep kalesi kapısından bir hafta asılmıştır ki, diğer hürufilere ders olsun; derisi soyulan meyit dil açarak qezel söyleyemez. Canlıyken derisinin soyulması efsanedir yani; idam fetvasını Halep ruhanileri vermişler, dini fetvalarda ise canlının derisinin soyulması gibi zalimlik olamaz. Nesimi devlete karşı gelmemiştir, sadece, sayısı artmış taraftarlarının yalnızca onu dinlediklerini, bir tek onu kendilerine büyük, başçı hisap ettiklerini gören şehir hakimi Yaşbek tedbirini ilericeden alarak onu tutuklamış ve dört mezhep hakiminin iştirakı ile onun mahkemesi olmuştur. Devlete karşı gelmediği için ne hanefi, ne şafii, ne maliki hakimleri onu suçlu bulmamışlar. Hanefi hakimi demiş ki, qezellerinde küfr hisap edilecek yerler var ama, bunun için ben ona idam fetvası veremem. Şafii ve maliki hakimleri de onun dediğini demişler. Yalnız henbeli hakimi onun qezellerindeki küfrüne göre onun idamını talep etmiş ve “bu fetvanın günahı benim boynuma olsun” demiştir. Bunu işitince diğer üç hakim Allahı şahid tutarak bu işde biz yokuz, demişler. Fetva Mısır sultanı el-Müeyyede gönderilmiş, o da şairin boynunun vurulması, sonra derisinin soyularak Halep kalesinden asılması, daha sonra cesetin dört hisseye parçalanarak sultanın dört düşmanına gönderilmesi fermanını vermiştir. Yani Nesiminin derisi kesinlikle öldürüldükten sonra soyulmuşdur.
Ve ya qezelde Nesimi ehli-beyte aşik gibi gösteriliyorsa, imam Aliden yardım umuyorsa, bu da
onun değildir, büyük bir ihtimalle Hatai devrinin hankısa bir şii-kızılbaş “nesimi”sinin qezelidir. Çünki kendisine “mühiti-ezemem, adım Ademdir, Ademem” diyen birisinin insanlardan yardım umması, “ya Ali, senden medet” demesi,tabii ki, mantıklı değildir. Yani Nesimi hakikatinin bu yazımdakı gibi açılışını kabül edirken qezellerden hankısının ona ait olup olmadığını anlamak artık o kadar da zor olmayacak.
Ben Nesimi qezellerinden, sadece, bir kaçını şerh etmeğe çalıştım; nice ki insan bedeni, Ay, Güneş kendi görüntüleriyle beyan olduklarından onların görüntüleri şerhe sığar, qezel de, hazret Ademin diliyle deyilmiş olsa bile insan oğluna qezel gibi beyan olarak maddileşmiştir diye bir maddiyyat gibi şerhe sığandır. Ama o qezelin içinde büyük bir hikmüt yatıyor ki, o hikmet o qezelin ruhudur, insan bedeninin, Ayın, Güneşin içinde olan ruh gibi ilahidendir diye şerhü-beyana, zennü-gümana, bizim lisana sığan değil. Çünki ruh hakkında bilgi yalnız Allaha mahsustur.
Arif olanlar dediklerimi anlamışlarsa bu yazdıklarım şairin ruhuna ihsan olsun. Cahiller ise, sadece, şaire dokunmasınlar. Bir onu bilsinler ki, böyle bir şair ne ona kadar, ne de ondan sonra dünyaya gelmemiştir.
(son)